Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        En az iki kuşak açısından Demirel’siz bir Türkiye mümkün değildi. Hayatımıza istesek de istemesek de damgasını vurmuştu. Kimileri için üç genç solcunun asılmasında gösterdiği dehşet uyandıran ısrar ve heyecanla, Milliyetçi Cephe hükümetlerinin siciliyle anılacaktı. Kimilerine göre ise kendince sürdürdüğü, belli bir egemenlik, meşruiyet ve sınırlı demokrasi arayışına dayalı mücadelesi, hırsı, azmi nedeniyle siyasi tarihte müstesna bir konuma yerleştirilecekti.

        Bir birey olaraksa Süleyman Demirel çalışkan, müthiş zeki, güçlü hafızasıyla herkesi etkilemekten müthiş zevk alan ve yakınında yer alanların anlattığına göre de, nüktedan bir keyif insanıydı.

        Siyaset ve onun siyaset anlayışının temelini teşkil eden kalkınmacılık galiba tüm hayatıydı. Kökleri ve doğduğu dönemin fukaralığının, imkânsızlığının aşılması tutkusunun onun itici gücü olduğu belliydi. Bunu sağlamak için her zaman doğru tercihleri yapıp yapmadığı ayrı bir bahistir. Tabii bir de, hiçbir zaman kendilerinden hesap sormadığı askerlerin kendisini attığı kuyudan çıkmak için verdiği kavga tanımlardı hayatını. Ne var ki, bu kavga yalnızca kendi siyaset hakkının elde edilmesine kadardı.

        Bu hakkın elinden neden alındığının hesabını sormak, devletin mantığını, kendi vatandaşına reva gördüğünü yaptığını, ezasını, cezasını sorgulamak Süleyman Bey’in demokrasi anlayışının bir parçası değildi. Zira, aslında kendisinden çok şey öğrendiği ilk siyasal rakibi İsmet Paşa gibi o da esasta devlet için vardı. Demirel, tıpkı Özal ve İTÜ’de birlikte okudukları, sonra da devlette çalışmaya başlayan daha mütevazı ya da yoksul kökenlerden gelen parlak gençler gibi bir “devşirme” idi.

        Varlığı, geldiği kökler kadar kendisini yetiştiren, yükseklere çıkaran “devlet”in eseriydi. O nedenle de tüm gücünü aldığı millet ile millet adına hesap soracağı devlet arasında kaldığında tercihini hep ikinciden yana kullandı. Bu nedenle de devlet adamı olduysa bile çağdaş anlamda bihakkın demokrat olabildiğinden emin değilim. Milli iradeciliği ne ölçüde güçlü olursa olsun, bir demokrasiyi demokrasi yapan, hesap verme, hukukun üstünlüğü, örgütlenme özgürlüğü, şeffaflık gibi diğer unsurlarda yetersiz kaldı. Kısacası hem Türkiye’nin kısıtlarının hem de Soğuk Savaş’ın elverdiği ölçüde demokrattı.

        Benim neslimden, siyasetle ilgilenen birisinin Süleyman Demirel hakkında bir fikrinin, bundan da önemlisi güçlü bir duygusunun olmaması herhalde mümkün değildir. 1970’lerin kâbusunun bana göre başlıca sorumlusuydu. Gerçi aradan zaman geçip Türkiye’de siyaset erbabının devlet karşısındaki aczini anladıktan sonra daha yumuşak bakabiliyorum kendisine. Gene de geçmişteki kararlarının hesabını verebilmesini, her şeyi koşulların dayatması mazeretiyle geçiştirmemesini dilerdim.

        1980’lerde, tarihi hasmı Bülent Ecevit herkeslere küser, eski dava arkadaşlarıyla bağları koparır ve çok sevdiği romantik yalnız savaşçı kimliğine bürünürken, Demirel tüm ilişkilerini korumaya özen gösterdi. Yakın çalışma arkadaşlarının hayatlarını idame etmeleri için gayret etti. Zamanında hayatı kendilerine dar ettiği solcularla diyaloğunu geliştirerek özgürlükçü bir söylemi perde arkasından benimsedi. Siyasi haklarının iadesi için mücadele etti.

        Ama sonrasını iktidara döndüğü 1991 seçimlerinden sonra getirmedi. Ne Anayasa’yı değiştirme mücadelesi verdi, ne “Kürt realitesini tanıyoruz” sözünün arkasında durdu, ne de askeri arka plana itmeye çalıştı. Devletini dönüştürme iradesi de, cesareti de belli ki yoktu. Üstelik akıllara durgunluk veren bir popülizmle Türkiye ekonomisinin çöküşünü getiren koşulları ve siyasetleri devreye soktu. Dış politikada ise, hele bugünün perspektifinden bakıldığında büyük bir sorumluluk içinde zor bir dönemi idare etti.

        Allah rahmet eylesin.

        Diğer Yazılar