Despotluk karşısında demokrasiler
Berlin
DÜNYANIN dört bir yanında demokrasiler sıkıntıda. Bir zamanlar “Nasıl demokrasi olunur?” ya da “Genç demokrasilere nasıl yardımcı olabiliriz?” başlıklarıyla yapılan konferansların yerini, otoriter rejim analizlerine ve tartışmalarına hasredilenler alıyor. Almanya’nın Yeşiller Partisi’nin düşünce kuruluşu Heinrich Böll Vakfı’nın yıllık dış politika toplantısı da bu duruma uygun olarak “otoriter sistemlerle başa çıkmak” genel temasını merkeze oturtmuştu.
Bu tartışmalar Türkiye’yi de elbette yakından ilgilendiriyor. Bu ülkede demokrasinin zemin kaybetmeye başladığından kaygılananlar Türkiye’nin yalnız olmadığından emin olsunlar. Pek çok kitabının Türkçe’si de çıkmış olan “Demokrasinin Hayatı ve Ölümü” adlı kapsamlı kitabın yazarı John Keane, dünyada despotik rejimlerin kaygı verici şekilde yaygınlaştığını savunuyor. Zaten son kitabında da bu yeni olgunun karşılaştırmalı analizini yapacakmış.
Keane‘e göre Rusya, Vietnam, Çin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Orta Asya cumhuriyetleri, İran, Türkiye gibi aslında birbirlerinden farklı özellikler gösteren ülkelerin yönetim yapılarında ve tarzlarında ortak noktalar var. Demokratik ülkelerin ekonomik büyüme hızlarının düştüğü ve yaşanan ekonomik krizi aşamadıkları bir ortamda yerleşik demokrasilerde de sorun var. Liberal düzene karşı çıkan, yabancı düşmanlığını ön plana çıkaran partiler bu ülkelerde giderek güçleniyor.
Keane’in tanımladığı ve Türkiye’den Japonya’ya kadar yayılan bir bölgeyi içeren coğrafya, aynı zamanda dünyanın en kalabalık bölgesi. Üstelik dünyanın geri kalan bölgelerinden daha fazla yatırım yapan, üreten ve ihracat yapan bir bölge. Bir bakıma dünyanın geleceğinin şekillendiği, yeni ağırlık merkezinde bu ülkeler. Dolayısıyla otoriterlik düzeyleri farklı da olsa buralarda olup bitenleri iyi anlamak gerekiyor. Tüm bu ülkelerde otoriter rejimler üç temel yöntemle kendilerini sağlama almaya çalışıyor: Meşruiyet, baskı ve toplumsal kesimlerin sisteme çıkar ilişkileriyle bağlanması. Keane ise kendi yaklaşımında 8 unsurun altını çiziyor.
Otoriter rejimlerde halk/ millet hep ön planda ve söylemin merkezinde yer alıyor. Meşruiyet buradan sağlanıyor. Ne var ki sürekli kendisine atıfta bulunulan halkın/milletin suskun olması gerekiyor.
Bu rejimlerde çürümüşlük üst düzeyde olsa bile yalnızca kleptokrasi (hırsızlık) rejimi olduklarını söylemek doğru değil. Toplumun önemli kesimleri dikey çıkar ilişkileriyle yöneticilere bağlanıyor. Zenginlerin egemenliği özelleştirmeler, devletin imkânlarının peşkeş çekilmesi ile sağlanıyor ve eşitsizlikler giderek derinleşiyor. Bunu kamufle etmek için farklı ideolojik söylemlere başvurulabiliyor, ki dinsel/dinci söylem bunlardan birisi. Rejimlerin belkemiğini orta sınıflar oluşturuyor. Dolayısıyla istikrarları orta sınıfların maddi taleplerini tatmin edebilmelerine bağlı. Demokrasinin taşıyıcısı olan orta sınıflar aynı zamanda otoriter/faşist sistemlerin taşıyıcısı olabildiklerinden otoriter rejimlerde zenginleşme karşılığında özgürlüklerinden feragat edebiliyorlar.
Tüm bu rejimlerde seçim yapılıyor. Medya yoğun şekilde rıza üretmek amacıyla kullanılıyor. Rejimlerin otoriterliği sürekli hukuka, düzene veya kanunlara atıfta bulunarak kamufle edilmeye çalışılıyor. Devlet şiddeti ara ara en ham haliyle ortaya çıksa da genelde arka planda kalıyor. Seçici olarak uygulanıyor. Tüm konuşmacılar açısından bu yeni eğilimin en başat özelliği baş eğmenin, hatta kulluğun gönüllü hale gelmesi. Asıl ürkütücü bulunansa gelişmiş demokrasilerde de benzer mekanizmanın işleyebilmesi.
Türkiye’deki seçim sonuçları tam da bu sıraladığım özellikler çerçevesinde ciddi ilgi çekiyor. Rıza ve itaat üretmek için kullanılan tüm araçlara rağmen, 7 Haziran seçimlerinin iktidar tekelleşmesinin önünü kesmesi şaşkınlık ve hayranlık uyandırmış