Dış politikada gerçekçiliğe dönüş
Yeni hükümet kimler arasında kurulursa kurulsun halihazırda Türkiye neredeyse tümüyle iflas etmiş dış politika yaklaşımını ve felsefesini değiştirmek zorundadır. Seçimler bu bakımdan Türkiye’ye yalnızca iç politikasında tek adam rejimini engelleme fırsatı vermedi. Aynı zamanda nerdeyse inat uğruna sürdürülen, ülkenin genel çıkarlarına ürkütücü derecede hasar vermiş müflis bir dış politikadan vazgeçme imkânını da tanıdı. Yeter ki bugünün gerçekleri temennilerle ve ideolojik takıntılarla değil akıl süzgecinden geçirilerek değerlendirilsin.
AKP’nin büyük ortağı olacağı herhangi bir hükümet formülünde dışişleri bakanlığı herhalde küçük ortağa bırakılacaktır. Bırakılmaması söz konusu bile edilmemelidir. Neyse ki, Türkiye’nin coğrafi konumu ve yerleşik ittifak ilişkileri yanlıştan dönmek için yeni bir şans yaratılmasını mümkün kılıyor. Ayrıca dünyadaki hemen hiçbir gücün tutarlı sayılabilecek bir dış politikasının bulunmaması Türkiye’nin işini nispeten kolaylaştırıyor.
Çin kendi yakın coğrafyası dışında dünya üzerindeki hemen hiçbir konuda öne çıkmıyor. Geçmişin hayalleriyle kendisine mümtaz bir jeopolitik gelecek kurabileceğine inanan Rusya’nın olumsuz etkisi yüksekse de, düzen kurucu vasfı hemen hiç yok. Avrupa kendi sorunlarına gömülmüş haliyle dünya ölçeğinde stratejik bir güç olma imkânından yoksun. Kaldı ki dünyanın en zengin kıtasının dünya sahnesinde izleyeceği dış politika veya stratejik vizyonu üretecek bir liderliği bulunmuyor. Almanya’nın o kıvama gelmesi belli ki daha vakit alacaktır.
ABD, Irak savaşı günahından bu yana dünyanın herhangi bir yerindeki gelişmeleri tek başına belirleme sevdasından vazgeçmiş gibi. Zaten Irak örneğinin bizatihi kendisi bu tür bir güce sahip olmadığının göstergesi. Ancak gene son yılların deneyiminin verdiği önemli derslerden birisi ABD’nin katkısı olmadan bölgesel veya küresel sorunları çözebilmenin mümkün olmadığı. Tam bu nedenle Ortadoğu’da bile hâlâ Washington’un bir şekilde düzen sağlanmasına çalışması isteniyor.
Bölgenin büyük devletlerinin mezhep katliamı şeklinde sürdürdüğü hegemonya savaşını Washington’un bitirebilme kapasitesi sınırlı. Ama Obama yönetimi gelecekte kurulmasını istediği düzen hakkında bir fikir veriyor. En önemli stratejik açılımı olan İran nükleer programı hakkındaki müzakereler bir şekilde sonuca bağlanacak. Tahran ile ilişkiler bir günden diğerine düzelmeyecek olsa da, bölgenin güç dengesinin Tahran lehine değişeceğine kuşku yok. Obama’nın güvenlik garantisi sunduğu Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan ile İsrail’in itirazlarının sebebi de aslında bu.
Gerçi Amerikan siyasi sistemi bu anlaşmanın detayları hakkında kendi içinde bir uzlaşmaya varmış değil. Ancak bir anlaşmaya varılacağından kimsenin şüphesi yok. Asıl bilinmeyen Obama sonrasında gelecek yönetimin bu anlaşmanın ruhuna uygun davranıp davranmayacağı.
Obama’nın bölgeye yönelik siyasetinin şekillenmeye başlayan en önemli ikinci öğesi ise Kürtlerle ilgili. Washington her ne kadar özellikle Irak’ın toprak bütünlüğüne sahip çıkıyorsa da bu ülkede veya Suriye’de Kürtlerin sahip oldukları siyasi konumları destekliyor ve koruyor. Ancak özellikle Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin İran güdümünde olmamasını da istiyor. Ki böylece Bağdat henüz zayıfken İran’ın tüm bölgeyi kıskacına alması da engellenebilsin.
Bu siyaset geçen yıl Erbil ve Kobani IŞİD saldırısına uğramışken, birkaç hafta önce de Telabyad, PKK’nın Suriye kolu PYD güçleri tarafından IŞİD’den kurtarılırken iyice ortaya çıktı. Dış politikada veri olarak ele alınacak ilk gerçeklik budur. İkincisi ise Kürtlerin Irak ve Suriye’de devletin çökmesinden yararlanarak elde ettikleri siyasi konumlarını IŞİD ile savaşarak perçinlemiş oldukları ve ciddi meşruiyet kazandıklarıdır.
Tüm dünyanın nefret ettiği bir örgütle savaşanların ondan daha tehlikeli olduğu yönündeki söylemin, kimse tarafından ciddiye alınmamasının sebebi budur.