Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1998 Ekim’inde Türkiye Abdullah Öcalan’ın teslim edilmesi için Suriye üzerindeki baskıyı iyice artırmıştı. Kara Kuvvetleri Komutanı’nın ağustos sonunda Hatay’da yaptığı konuşmanın ardından, Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i açarken verdiği sert mesaj işin şakaya gelmediğini gösteriyordu. Nitekim, araya giren Mısır Devlet Başkanı Mübarek’in de durumu doğru değerlendirmesi sonucu yaptığı uyarılar nedeniyle Hafız Esad, Öcalan’ı ülkesinden atmıştı.

        O dönemde bu yapılanın dönemin hükümetinin iç politikaya yönelik bir manevrası olup olmadığı çok tartışılmıştı. Benzer kaygıları taşıdığımdan tanıdığım bir emekli diplomata bunu sormuştum. Çıkışın tamamen güvenlik kaygılarıyla yapıldığını söylemişti. Haklı çıktı. Ankara nihayet hazır olduğuna inandığında hamlesini yaptı.

        Suriye’yi bu şekilde tehdit edebilecek noktaya gelinmesinde İsrail ile 1996 yılında başlayan yakınlaşmanın, istihbarat paylaşımının, teknik yardımın da etkisi büyüktü. Gerçi Türkiye ültimatomu verdiğinde İsrail hükümeti bizim bu işte dahlimiz yok demek için Suriye sınırındaki birliklerinin bir kısmını çekmişti.

        Bu kez de kamuoyu savrulan tehditlerin, açıklanan kaygıların ve planların daha çok iç politika kaygılarıyla yapıldığını düşünüyor. Hele Cumhurbaşkanı’nın bir erken seçime gitmeyi tercih ettiği ayan beyan ortadayken ve çoğunluk partisinin kendi kimliğini ona rağmen tanımlayamayacağı giderek belirginleşirken. Silahlı Kuvvetler’in Suriye’ye gönderilmesiyle ilgili tartışmalara gösterilen sert tepki hem bundan hem de bir kere Suriye’ye girilirse çıkmak mümkün olmayacağından kaynaklanıyor.

        1998’deki sertleşmenin hedefi yani Öcalan’ın Şam’dan alınması konusunda Kürtler dışındaki geniş kamuoyunda bir görüş birliği vardı. Suriye politikası ise daha zaten ilk anından itibaren kamuoyunun çok geniş bir kesiminde tasvip görmedi. Tersine izlenen politikaların Türkiye’nin dengelerini bozduğu, güvenliğini muhtemelen tehlikeye attığı, Türkiye’nin onca yılda biriktirdiği itibarı yerle bir ettiği görüşü güçlü.

        Dolayısıyla Suriye’ye yönelik bir askeri harekâtın maliyeti konusunda derin bir duyarlılık, desteklenmesi hakkında da müthiş bir isteksizlik hatta isyan söz konusu. Hem ödenmesi istenen bedelin ne uğruna ödeneceği bilinmiyor hem de bu olası hedefler hakkında toplumda bir mutabakat yok. En kötüsü de özellikle hükümet yanlısı medyanın kullandığı dile, çoğu uydurma haberlere bakıldığında esas sorunun iç politikadaki kilitlenme ve iktidar savaşı olduğu inancı derinleşiyor.

        Ne var ki 1998’e benzer şekilde bu atılan adımın arkasında bir stratejik kaygı görmek de belki mümkün. Bölgeyi çok yakından takip eden bir yorumcuya göre, Suriye’ye doğrudan müdahale etmenin en önemli gerekçesi İran’ın Şam rejimine destek verme imkânlarının önünü kesmek olabilir. Zira şu sırada Tahran ancak Kürtlerin hâkim olduğu bölgeden Suriye’ye karayoluyla ikmal yapabiliyor.

        Türkiye’nin İran’ı stratejik açıdan dengeleyebilecek en güçlü devlet olması ve aslında uzun zamandır İslam Cumhuriyeti ile bölgede rekabet içinde bulunması bu görüşü destekliyor. Hatta Roma’da İsrail ile gerçekleşen görüşmeleri bile bu türden bir stratejik denge arayışına bağlamak mümkün. Böyle bir hamle aynı zamanda Türkiye’nin güneyinde oluşan bir Kürt bölgesi nedeniyle Arap Ortadoğu’sundan kopmasını da engellemeyi amaçlayabilir. Nitekim MHP çevrelerinden “Türkiye Anadolu’ya hapsedilmek mi isteniyor” sorusu yükselmeye başladı bile. Yani emperyal dürtü hâlâ bastırılmış değil.

        Tüm bu kaygılar ve hedefler geçerli olsa bile Suriye’de kontrol edilecek bir koridor TSK’yı şer güçlerinin önüne atmak anlamına geliyor. Böyle bir adımın içeride yaratabileceği çalkantılar cabası. Sonuçta herhangi bir mutasavver stratejik getiri, bunca gencin hayatını ve ülkenin dirliğini tehlikeye atmaya değmez.

        Diğer Yazılar