Bitmeyen kriz
HER cenaze bir şekilde insanın ruhuna hançer gibi saplanıyor. Gencecik insanların ve onların ailelerinin öykülerini okuyup, öğrenip isyan etmemek mümkün değil. Bu gençlerin pisi pisine ölmediklerine ikna olmak da çok güç. Siyasi liderlerin, hamasetini kabullenmek de. Zaten cenazelerden gelen görüntüler, o görüntülerde tanık olunanlar muhafazakâr toplumun da kendisine dayatılan bu yeni durumu kabullenmediğini gösteriyor.
Gerçi PKK’nın terör eylemleri, korkulduğu gibi sivillere yönelik olarak da yaygınlaşmaya başladığında, nefret söyleminin, öfkenin, intikam tutkusunun etkisinde kalmak kolaylaşacak. Öyle bir tırmanışta ise koca ülke Türk’üyle Kürt’üyle, Sünni’siyle Alevi’siyle kendi geleceğini de uçurumdan atmış olacak.
Tam da bu nedenlerle, bu toplumun, kendisini biraz daha ciddiye alan, kendisine biraz daha fazla saygı gösteren liderlere ihtiyacı olduğuna şüphe yok. Hele ki siyaset sınıfının çocuklarının ölümün olduğu yere gitmeyi bırakın, gölgesinin düştüğü yerlere bile gönderilmediklerini biliyorsanız.
Kendisini yeniden dehşet verici bir şiddet sarmalında, terör eylemlerinin hedefinde bulmuş olan bu ülkede seçimlerin üzerinden 65 gün geçmesine rağmen bir hükümet halen kurulmuş değil. Böyle bir durumun anayasal düzeni çürütmemesi mümkün değil. Zira her şey kuralına göre yapılıyor gibi gözükse de seçmen iradesinin yerine getirilmemesi, ülkenin boşlukta bırakılması, zorlama formüllere başvurulması tüm sistemin meşruiyetini sarsıyor. Çoklarının aksine ne koalisyon kurulacak diye, ne de ağır bir şiddet dalgasına kapıldığımız için 1990’lara dönüldüğünü ise sanmıyorum. 1990’larda kaybettiklerimizin hikâyelerini bilemiyorduk. Sosyal medyadan “solcu” sayılacak mesajlar atan, olup bitenle ilgili duygularını paylaşan askerlerden haberdar değildik. Ailelerine gönderdikleri mesajlardan, son telefon konuşmalarından genellikle habersizdik. Bunların mesajları dalga dalga yayılmıyordu. Ölenlerin kimliğini, kişiliğini bu kez öğreniyoruz.
1990’lardan farklı olarak herkes artık her şeyi bir şekilde biliyor, anlıyor. Doğru ya da yanlış, çarpışanların, hayatlarını kaybedenlerin aileleri, dostları, sevgilileri, eşleri, akrabaları konuya daha fazla anlayarak bakabiliyor. Bu arada dikkatten kaçmaması gereken bir olgu daha var. Aileler artık daha az çocuklu. Nüfusun çoğunluğu kentli. Bu durumda amacını iyi bilmediği, yürekten inanmadığı bir siyasete kimse çocuklarını feda etmek de istemiyor.
Hepsinden önemlisi 1990’larda savaşarak bir şeylerin kazanılabileceğine dair bir inanç vardı. PKK o zaman savaşarak bastırılmış olsa bile bugün artık inkârcılıkla pek bir yerlere gidilememiş olduğu biliniyor. Hükümetin bir zaman dolaylı şekilde görüştüğü örgüt ortalıkta mevcut. Ülkeyi pekâlâ kana buluyor. Son iki buçuk yıl boyunca çocuklarını “bölgeye” gönderdiklerinde korkmadan, dönmelerini beklemeye alışan aileler de şimdi, ne olup da yeniden savaş ruhunun tüm ülkeyi kaplamaya başladığını soruyorlar.
Ülkeyi bir yangın yerine çeviren gelişmeler Türkiye’nin seçim meşruiyetini arkasına almış bir hükümeti yokken yaşanıyor. Ankara’nın PKK ile savaşını Irak’a taşıması Arap Birliği’nin Katar dışında kınama kararı almasına yol açtı. Bunu hafife almak zor. Zira karara katılanlar arasında Türkiye’nin Suriye’deki siyasetinde ittifak içinde olduğu Suudi Arabistan da var. Bombardıman Ankara’nın Irak’taki en önemli, daha doğrusu tek yakın müttefiki Mesud Barzani’nin konumunu da zayıflatıyor. Dahası IŞİD ile savaşmak için sağlanan mutabakattan asıl PKK’ya vurmak için yararlanılması Türkiye’nin güvenilirliğine darbe vuruyor.
Tüm bunların toparlanması için yeni ve kalıcı bir hükümetin kurulması şarttır. Siyasetin şehitlere ve ailelerine olan borcu budur.