'Yeter' diyebilmek
Hemen her önemli siyasi hareketin başına gelir. Bir hareketin göz önüne çıkması, savunulan davanın kamuoyunun gündemine gelmesi, dikkat çekmesi ve sonunda da ciddiye alınması genel olarak silahlı gücün varlığını gerektirir. O bakımdan terörizm de tıpkı savaş gibi siyasetin başka araçlarla yapılması anlamına gelir. Terörizm özellikle sivillere yönelik olduğundan ahlaki açıdan ciddi sorunlar yaratır. Meşruluğu kabul edilmez. Ancak bir vakıa olarak orta yerdedir ve bununla sonuç almış hem örgütler hem de devletler vardır.
Gene çok rastlanan ve neredeyse kural haline gelmiş bir olgu daha vardır. Silahlı gücü ellerinde tutanlar siyasi kanattan ayrılırlarsa, kendi güçlerinin erimesine asla müsamaha göstermezler. Dahası silahlı gücü ellerinde tutanlar, adına savaştıklarını söyledikleri halkın çıkarlarına aykırı kararlar verirler. Hatalarının bedelini de “halklarına” ödetirler. HDP’nin Meclis’e girmesinin ardından PKK’nın bir şiddet tırmandırma kararı vermesi benzer örneklerden farklı değildir.
Dünkü Taraf Gazetesi’nde Mücahit Bilici’nin PKK’ya hitaben “Şiddetten vazgeç, demokratik siyaseti ipotek altına sokma” mealindeki yazısında vurguladığı gibi “HDP’nin ciddi bir meşruiyet ve başarı hamlesi yaptığı bir zamanda Kürd illerini savaş alanına çevirip, özerklik adıyla devlete ezdirmeye davetiye çıkarıyorsun.
Silahlar konuştu mu herkes susuyor. Silah söze imkân bırakmıyor. Onun için silahın bir mantığı varsa, bu söze imkân bırakılmayan ortamlardır. Yoksa söz imkânı varken silaha sarılmak, sözden medet ummamaktır. Şunu bilmeli: Türkiye’de Kürdler için silahın miadı, meşruiyeti kalmadı. Söz zamanıdır. Kürdler artık uyanmıştır. Demokratik mücadele yöntemleri dururken Kürdlerin meşru davasını eline silah almış şehir milislerine havale etmek için aklını peynir ekmekle yemiş olmak gerekir.”
Yalnızca bugünkü iktidar partisinin değil, devletin sorunuysa Türkiye’nin bugünkü gerçeğini olduğu gibi kabul etme konusunda gösterdiği isteksizlik ve bildik yöntemlerini değiştirme konusunda sergilediği niyetsizliktir. Kürt meselesi sonuçta 1925’ten beri, tüm inkâra, sürgünlere, baskılara rağmen bir şekilde varlığını koruyor.
1990’larda PKK şiddetli bir dalgayla püskürtülmesine ve örgütün lideri Öcalan yakalanmasına rağmen Kürtlerin ulusal bilinci artıyor, derinleşiyor ve bir siyasi iradeye dönüşüyor. Üstelik bu ulusal bilinç yalnızca Türkiye’de değil Kürtlerin yaşadığı her yerde gelişiyor ve bir ortak Kürdistan/Kürtlük referansı da yaratıyor.
Tarihi gelişme, demografi, sosyal değişim ve Irak savaşlarının sonucunda ortaya çıkan yeni bölgesel gerçeklik eski yaklaşımların terk edilmesini dayatıyor. Bu da çok farklı bir siyasi yaklaşımın geliştirilmesini, Kürtlere bakışın değişmesini gerekli kılıyor. Onun yerine PKK’nın kendi örgütsel çıkarları nedeniyle tırmandırdığı savaş meselenin özü haline geliyor. Ülke ürkütücü bir şiddet sarmalına ve daha da ürkütücü bir nefret söylemine kayıyor.
Ulusunu temelde etnik olarak tanımlamış bir devletin şimdiki yöneticileri kadim meseleyi din kardeşliği veya ümmetçi bir yaklaşımla ancak bir yere kadar getirebildiler. O seçenek de kendini tüketti, zira ümmetçiliği ilaç gibi görenler “kavmiyetçiliği” kıyasıya kullanarak tam da eşitlikçi olmadıklarını gösterdiler.
Bugün varılan dönemeçte Meclis’in çalışabilmesi felaket kapılarının açılmaması için mutlak şarttır. Başkanlık hırsı ve PKK’nın yüksek maliyetli maceracılığı seçimin sunduğu umudu parçaladı. Gerçi seçmen bir kez daha ayarı vermek üzere hazırlanıyor. Ama bir ayarın da PKK’ya verilmesi gerekiyor.
Bilici’nin yazısının sonunda yazdığı gibi: “PKK, eğer Kürdleri seviyorsa, bir an önce çatışmayı tek taraflı olarak kesmeli, ta ki demokrasi ve vicdanlar teneffüs edebilsin. Tarih, emekli olmayı bilmeyen şampiyonların miraslarını harabeye çevirdiği yanlış ısrarlarla doludur.”