Hayali cihan değer
Dün iki önemli olayın yıldönümüydü. Birinci yıldönümünün üzerinden yalnızca on yıl geçti. Türkiye, AB ile katılım müzakerelerine bu tarihte, epeyce kriz atlatıldıktan sonra başladı. Krizler ancak son dakikada çözülebildiğinden uçağı Brüksel’e gece yarısından sonra inen Dışişleri Bakanı Gül için saatler durdurulmuş ve sabaha karşı gerçekleşen tören bu şekilde kılıfına uydurularak daha önce ilan edilmiş tarihte başlamış gibi gösterilmişti.
Türkiye açısından da AB açısından da tarihsel bir andı. Türkiye, Meclis’te ciddi çoğunluğa sahip ama meşruiyetini derinleştirip, siyasi gücünü artırmak için AB sürecine ihtiyaç duyan bir partinin önderliğinde demokratik reformları gündeminin merkezine yerleştirmişti. Reform süreci aslında daha önceki koalisyon hükümeti döneminde başlamıştı. Muhalefet de ilk heyecan döneminde hayli yapıcı katkılarda bulunmuştu.
O dönemlerde iktidar partisinin ve içinden çıktıkları siyasi akımın mensupları henüz “yüz yıllık parantezlerden”, iki yüz yıl önce “toplumsal dokumuza aykırı” ve bizi Batı önünde bağımlı hale getiren Batılılaşma projesine duydukları öfkeden bahsetmiyorlardı. Avrupa, iç politika söylemlerinde ara ara bir nefret nesnesi haline getirilmiş değildi.
Ekonomik reformlarla birlikte Türkiye yönetiminin kurumsal yapısında önemli değişiklikler gerçekleştiriliyordu. AB üyeliği sürecini sekteye uğratmamak uğruna iktidar partisi çok istediği halde “zina”yı Ceza Kanunu’na suç olarak sokmamayı kabulleniyordu.
Müzakerelerin başlayacağı 2005 işlerin zora girdiği bir yıl oldu. Yeni Avrupa anayasası için yapılan referandumlarda Hollanda ve Fransa seçmenlerinin ret oyu vermeleri, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin amansız Türkiye karşıtlığı ilişkilerin tadını kaçırmaya başladı. O yılın eylül ayında Angela Merkel’in Şansölye’liğe gelmesiyle Almanya’nın tavrı da eskisi kadar olumlu olmayacaktı.
Daha sonra Kıbrıs nedeniyle ve Fransa’nın kindar tavrıyla müzakere fasıllarının açılmasına getirilen engeller ilişkileri hırpalamaya başladı. Türkiye kendini güçlü hissetmeye başladıkça, AB çerçevesinden uzaklaşması hızlandı, Ortadoğu’da büyük hayaller peşinde koşmanın cazibesiyle, içeride giderek daha mütehakkim bir yönetim kurma hevesleri birleşip ilk cicim yıllarının hemen tüm kazanımlarını sildi süpürdü. Bu arada AB’de de Türkiye heyecanı kendi dertleri, artan yabancı ve Müslüman düşmanlığı, genişlemeye karşı yükselen toplumsal muhalefet nedeniyle tavsamıştı.
2005 yalnızca Türkiye-AB ilişkilerinin patinaj yapmaya başladığı yıl değildi. Referandumlar AB’nin giderek derinleşen kimlik krizinin ilk patlamasıydı. Ancak ABD’nin 2003 yılındaki Irak savaşı zaten AB’nin stratejik olarak bir bütün halinde hareket edemeyeceğini göstermişti.
O savaş sırasında yaşanan büyük bölünme 1990’larda yüzlerce konferansın, makalenin, kitabın konusu olan “ortak dış ve güvenlik politikası” tartışmalarının laf ebeliğinden öte anlam taşımadığını kanıtlamıştı.
AB ahengi zayıfladıkça kurucularından birisinin, Almanya’nın gücü hem mutlak hem göreli olarak artmaya başladı. 3 Ekim’deki ikinci yıldönümü Batı ve Doğu Almanya’nın 25 yıl önce birleşmesiydi. Almanya artık Avrupa’nın tartışmasız lideri. Liderlik yapma konusunda gönülsüzlük seçkinlerin bir kesiminde söz konusu olsa bile Berlin kendisini kurumlarıyla birlikte bu role hazırlıyor. AB’nin geleceği büyük ölçüde Almanya’nın vereceği kararlarla belirlenecek.
Mülteci krizi her iki yıldönümü açısından da çok kritik bir anda AB’yi sarstı. AB’nin Türkiye’ye sırt çevirmesinin de, Türkiye’nin AB’yi boşlamasının da her iki tarafa birden zarar verdiği görüldüğünden mülteci krizi, ilişkileri canlandırmak, yeni bir söylem geliştirmek ve güven artırıcı adımlar atmak için bir fırsat yarattı.
Umalım ki taraflar bu kez, belki de son sayılacak fırsatı kaçırmaz.