Çalkantılar çağı
Alışık olduğumuz dünya düzeni İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuştu. Bu dönemin gerek siyasal anlamda güç dağılımı gerekse ekonomik modelleri belliydi. Dünya düzenini şekillendiren iki kutuptan biri çökünce soğuk savaş bitti. Kısa süren ve geriye dönüp bakıldığında dünya düzenini allak bullak eden bir tek kutupluluk dönemi yaşandı. Bu tek kutupluluk aynı zamanda denge unsurlarının ortadan kalkması anlamına geldiğinden stratejik olarak Irak savaşı felaketine, ekonomik olarak da 2008 krizine yol açtı.
Giderek artan sayıda değerli iktisatçı yaşanan ekonomik krizin bir finansal hıçkırıktan ibaret olmadığını, yapısal birtakım meselelerin ön plana çıktığını ve alınacak tedbirlerin buna uygun olması gerektiğini söylüyor, yazıyor. Kaynakların nasıl dağıtılacağı, daha önce gündeme gelmeyen çevre tahribatının sonuçları, gelir eşitsizliği gibi konular, hem ekonomik hem siyasi gündemde üst sıralara çıkıyor.
Devletlerin ekonominin işleyişinde daha fazla söz sahibi olacakları, piyasaların kendi dengelerini kurmalarının beklenmeyeceği bir döneme doğru gidildiğine dair işaretler çoğaldı. Mesele devletlerin ne ölçüde müdahil olacakları. Ancak her koşulda ekonomik meselelerin teknik konular olarak değil ekonomi-politik çerçevesinde yani toplumsal ve siyasal boyutlarıyla tartışılacağı bir dönemin eşiğindeyiz.
Zaten bu yapılmadığı takdirde demokratik rejimler eriyen meşruiyetlerini daha da fazla yitirecek, meydan her çeşitten popülistlere ve otoriterlik özlemi taşıyanlara kalacak. Tevekkeli Francis Fukuyama gibi düşünürler, piyasa ekonomisi ve liberal demokrasinin ancak yeni bir sosyal demokrat model içinde başarılı olabileceğini bir zamandır yazıyor. Bu arayış liberal ekonomik düzenin kurumlarının da değişmesini gündeme getirecek elbette.
German Marshall Fund kuruluşunun yeni yayınlanan “Türkiye’nin Algıları Araştırması 2015” başlıklı raporu, Türkiye kamuoyunun da sezgisel olarak böyle bir arayışı desteklediğini gösteriyor. Başka az gelişmiş ülkelerde de görüldüğü gibi kamuoyunun yalnızca yüzde 25’i Dünya Bankası’na, yüzde 16’sı IMF’ye kurum olarak güveniyor.
Dünya siyasal sistemindeki sıkıntıysa yerleşik düzenin kurum ve kurallarından memnun olmayanların bunları değiştirebilecek kapasiteye henüz sahip olmamaları. Hele çok iddialı Brezilya, Hindistan, Güney Afrika gibi ülkelerin ekonomik sıkıntıları artarken kapasiteleri daha da zayıflayacak. Doğal müttefiki olmayan ve dünyaya cazip bir model sunamayan Çin’inse büyümesi sürse bile daha kısıtlı imkânlara sahip olacağı belli. Alternatif dünya modeli kurma çabaları bu nedenle en azından yavaşlayacaktır.
Geçmişin güçlü ülkeleri yerleşik kurumların içindeki konumlarından kaynaklanan imtiyazlarını sonuna dek kullanmakta kararlı. Ne var ki o kurumların yansıttığı dünya güç dengesi de artık yok. Devletler dünya siyasetinde etkili yegâne aktörler değil.
Son dönemde terörizmle mücadele adına küreselleşme döneminde kaybettikleri alanın büyük bir kısmını yeniden işgal ettilerse de büyük ya da küçük devletler her şeye hâkim olamıyor. Tüm bunları yazmanın bir nedeni Rusya’nın Suriye’de yaptığını bir bağlama oturtma çabası. Rusya, şimdilik Suriye’de yaptıklarına büyük hayranlıkla bakanların inandıkları ölçüde güçlü bir ülke değil. Suriye’de yapmaya çalıştığının da başarılı olacağının garantisi yok.
Bu koşullarda Rusya, Suriye’de Batı dünyasının ve ABD’nin yetersizliğini onların yüzüne vurmuş olsa da Esad’ın mutlak galibiyetini sağlayamayacaktır. Sonuçta Batı’nın nasıl İran ve Rusya’ya rağmen Suriye’de bir sonuca varabilmesi mümkün değilse, Rusya’nın da kendi iradesini Suudi Arabistan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Esad karşıtı güçlere dayatabilmesi mümkün değildir.
Aslında herkese düşen, öncelikle mültecilerin durumuyla ilgili acil tedbirleri almak, ardından da galibi olmayacak bu savaşı bir an önce bitirmek için kimsenin hoşuna gitmeyecek tavizleri vermeye alışmak olacaktır.
Türkiye, yolunu tamamen şaşırmış bir dış politikada saplanıp kalmasaydı bu arayışta önemli ve yapıcı bir rol oynayabilirdi. O bakımdan cümleten geçmiş olsun.