Tren garı
Dün sabah Ankara’dan gelen haberlerden sonra iliklerine kadar sarsılmamak, herhalde kendine “İnsanım” diyenler için mümkün değildi. Sosyal medyada dolaşan videolardan, bunlarda tanık olunan sahnelerden, ölü sayısından kahrolmamak söz konusu olamazdı. Olayın şokunun ardından bir de yetkililerin boş laflarını dinlemek öfkeyi kontrol edilemez düzeylere çıkarıyordu.
Türkiye’de yaşadığımız için olayın ardından doğru dürüst bir soruşturma yapılmayacağını, arka plandaki faillerin meçhul kalacağını, sorumluların hiç birisinin hesap vermeyeceğini biliyoruz. Tetikçisi bulunan terör eylemlerinin arkasındaki bağlantıların bugüne kadar inandırıcı delillerle sunulmaması bu kuşkuyu derinleştiriyor. Bu gerçek karşısında yıllar önce öğrenci olduğum yıllarda bulunduğum ülkedeki bir televizyon reklamını hatırlamadan edemiyorum.
Televizyondaki bu ilaç reklamında ekranda beliren aktör “Ben doktor değilim ama televizyonda doktor rolüne çıkıyorum” diyor ve ilacın marifetlerini sıralıyordu. Bugünün Türkiye’sinde en yüksek makamlardan en düşüklerine kadar benzer bir söylem tutturmak mümkün. “Aslında şu ya da bu değilim ama o rolü oynuyorum. Sadece rol gereği bu makamda olduğum için de makamın gereklerini bihakkın yerine getirmek, sorumluluğunu üstlenmek, hata yaptıysam kefaretini ödemek gibi bir yükümlülüğüm de yok.”
Ankara’da şenlik içinde başlayan bir barış yürüyüşünün neden bu tür bir katliamla sonuçlandığını, neden bu tür katliamların hep benzer siyasi çizgilerin gösterilerinde yaşandığını, en basit gösterilerde topluluğa nefes aldırmayan polisin nerede olduğunu sormak gerekecek. Cevap alınmayacağı bilinse bile.
Olayın tetikçileri bulunsa da aslında bu hunharlığı kimlerin gerçekleştirdiğini, hangi bağlantıların bu feci eylemin arkasında olduğunu merak edeceğiz. Devletin yetkili ve sorumlularının basit bir demokratik hakkın, gösteri yürüyüşü hakkının kullanılmasının üzerine neden bir iktidar partisi veya Cumhurbaşkanı mitinginde olduğu kadar titizlenmediklerini anlamak isteyeceğiz. “İstihbarat bir kez daha Diyarbakır’da, Suruç’ta, 8 Eylül gecesinde olduğu gibi neredeydi ve neden olacakları bilememişti?” sorusunun cevabını, kimse tenezzül edip cevap vermeyecek olsa bile sormak isteyeceğiz.
Bu tür eylemlerin gerçekleşmesinde Türkiye’nin zorla ve inatla körüklenen kutuplaşmış ortamının bir payı olup olmadığını, bu işleri yapanların bu kutuplaşmayı daha da derinleştirmek üzere mi bu eylemleri gerçekleştirdiklerini sorgulayacağız. İster istemez bu barış yürüyüşünün son 2.5 ayı millete zehir eden, aileleri, köyleri, kasabaları ya şehit cenazeleriyle ya ablukalar, işkencelerle zulüm aylarına çeviren savaşın durma ihtimali ortaya çıktığında yapıldığını hatırlayacağız.
O 2 ayın cehennem gibi yaşanmasındaki payını iyi bildiğimiz PKK’nın, olaydan sonra yaptığı, çatışmayı durdurma/ eylemsizlik yani bal gibi tek taraflı ateşkes açıklamasının geleceği bilinirken böylesine korkunç bir şiddet olayının neden yaşandığı sorusunu elbette kafamızda çevireceğiz. Ölenler için kahrolacağız. Günün birinde hesap sorma hakkımızı da elbette saklı tutacağız. Olur a devlet, 1 Mayıs 1977’de yapmadığını yapıp bu kez katliamın sorumlularını yakalayıp bize sunarsa elbette destek olacağız.
Sözün tükendiği yerde, ülkedeki müthiş ve nefret dolu kutuplaşmanın nasıl yumuşatılacağını bilmez haldeyiz. Bilinen tek şey, seçimlerin yapılması gerektiği.
Bu seçimlerin gerçekleşmesi ve ülkenin her yerinde sorunsuzca oy verilmesi gerekiyor.
1 Kasım’da sandık başına gitmek ve oradan çıkan sonuçla yeni bir siyaset dönemini başlatabilmek, belki de dün katledilen vatandaşların anısı adına yapabileceklerimizin birincisi, atabileceğimiz adımların da ilkidir.