1 Kasım'a 2 gün kala
Pazar günü seçmen, mecbur bırakıldığı gereksiz bir seçim için 5 ay içinde 2’nci kez sandık başına gidecek. Arada geçen zamanda neler yaşandığı düşünüldüğünde bu seçimde yapılacak tercihlerin, verilecek kararların önemi iyice belirginleşiyor. Bu seçimlerin ardından Türkiye’nin kimliklere hapsolunup kimlik politikalarının mutlakçılığı içinde siyaset yapılan bir yer olmaktan çıkması ve çoğulcu siyaset üretmeyi becermesi gerekecektir.
Evren Balta’nın birikimdergisi.com adresindeki “Eşik” başlıklı yazısında sorduğu gibi, “Sınırları kanla çizilen kimlikler yerine sınırları hak, hukuk ve adaletle çizilen ‘eşit ve özgür’ bir kolektif inşa edebilecek miyiz? Bütün bu şiddet sarmalına rağmen bu kolektif hayalde ısrarcı olabilecek miyiz?”...
Bu eşiğe varırken kat ettiğimiz, şiddet, adaletsizlik, hukuksuzluk, gasp, özgürlükleri baskılama, kabadayılığı siyasetin raconu haline getirme, çaresiz ve korumasızları korkutma ile dolu yolda, geçen gün yeni bir merhale daha aşıldı. Koza İpek Grubu’nun şirketlerine ve Anayasa’nın amir hükmüne rağmen medyasına canlı yayında el konuldu. Olayın bir boyutu elbette yayın ve ifade özgürlüğüyle, temel hakların kullanılabilmesiyle ilgili.
Bir diğer boyutu ise bu yapılanın aynı zamanda mülkiyet hakkına bir saldırı olması. Türkiye’de yatırımı olanlar açısından da durum aynen böyle değerlendiriliyor. Seçimden 2 hafta sonra G-20 Zirvesi’ne ev sahipliği yapacak, aralık ayında yatırım notu kararı bekleyen bir ülke açısından pek de parlak sayılmayacak bir görüntü finans ve yatırım çevrelerinde şekilleniyor. 1 Kasım seçimleri bu açıdan da yurtdışında merakla izleniyor, sonuçları bekleniyor.
Yayınlanan, yayınlanmayan tüm anketlerde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin birinci parti çıkacağı belli. Meclis’in 4 partiden oluşacağı da. Bilinmeyen, böyle bir sonuç karşısında iktidar odaklarının seçmenin iradesine nihayet boyun eğmeyi mi yoksa şanslarını bir kez daha denemeyi mi tercih edecekleri. Bir de tabii koalisyon kurulacaksa bunun kimlerin ortaklığıyla oluşturulacağı.
Muhalefet açısından da önemli sorulardan biri, bu kez çoğunluk partisi dışından birini Meclis Başkanı seçmeyi becerip beceremeyecekleridir. Bu kadarını bile yapamayan bir muhalefetin seçim sonrası siyasetinde oyun kurabilme imkânına sahip olması zordur. Meclis’in gerçek bir yasama organı olarak çalışması, yürütme karşısındaki gücünü kullanabilmesi, önümüzdeki dönemin en temel hedeflerinden biri olmalıdır. Erkler arasındaki güç dengesinin tesisi ve yürütmenin mutlak hâkimiyetinin sona ermesi açısından bu şarttır.
Ne var ki seçimlerin asıl anlamı kimlerin hükümet kuracağından ibaret de değil. Bu seçimlerin ardından yaşanacak gelişmelerle Türkiye, nasıl bir ülke olacağıyla, bir şiddet sarmalından kendini sakınıp sakınamayacağıyla ilgili bir karar alacak. Yüzde 50-55 civarındaki muhafazakâr, dünyaya kapalı, kendi gibi olmayanlara tahammülü çok sınırlı bir seçmen kitlesinin önyargıları doğrultusunda mı yürüyeceğiz? Yoksa farklı toplumsal kesimlerin, farklı kimlik taşıyanların eşit vatandaş olarak hak ve özgürlüklerden yararlanabildikleri bir ülke olma yönünde mi?
7 Haziran seçimlerinden sonraki iktidar inatlaşması ülkeyi hayli tehlikeli bir noktaya getirdi. Balta’nın dikkat çektiği gibi “kendini iktidar karşısında tehdit altında hisseden tüm grupların kendi varlıklarının/kimliklerinin garantörlüğünü kendilerinin üstlendiği bir döneme geri” dönme tehlikesi arttı. Böyle bir gidişat toplumsal dokunun iyice çözülmesi ve düşmanlıkların keskinleşmesinden başka bir sonuç vermez.
Pazar günü seçmen bir kez daha kendi üzerine düşeni yapacaktır. O sonuçların yapıcı bir siyaset yönünde kullanılması ise siyaset sınıfının yalnızca görevi değil topluma borcudur.