Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1960’lı yıllardı. Henüz televizyonla tanışmamıştık. Herkesin altında araba (taksi denirdi o zamanlar) olmasının düşünülemeyeceği yıllardı. Akşamları radyodaki 18.00-19.00 arasındaki reklam kuşağında, yanılmıyorsam perşembeleri 10 dakikalık programı vardı. Reklam kuşa- ğının sponsoru Pirelli Lastikleri’ydi. Açılışta sesi kadar duru diksiyonuyla “Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun sevgili şoför kardeşlerim” derdi. Biraz konuştuktan sonra da şarkılarından birini seslendirirdi. En azından benim aklımda böyle kalmış.

        Kamyonların yolları giderek daha fazla işgal etmeye başladığı ancak arabeskin henüz ortalığı kasıp kavurmadığı, Orhan Gencebay’ın müthiş çıkışıyla müzik tarihini değiştirmesine ramak kalan 1967’de o “Sanat Güneşi” ilan edilmişti bile. Daha sonra Bodrum’da “Paşa” olacaktı.

        1 Ocak 1951 akşamı ilk kez radyoda canlı yayında şarkı söylemesiyle birlikte ülkenin ve toplumun gündemine girmişti. Sahne aldığında önce siyah yerine beyaz frak giyecek, ardından papyonunun üzerine iliştirdiği inciyle göze batacak, 1970’te mini etekle sahneye çıkacaktı. Hâlâ kimliğini bulamamış, kendince çok eril bu toplumda asla kabullenmediği eşcinselliği ile başlara taç edilecekti.

        Adı Zeki Müren’di. Bursalıydı. Ciddi bir müzisyen, yabana atılmayacak bir stilist ve şair, muhtemelen de ruhu hayli karışık, Marilyn Monroe’nun intiharından sonra uçağa atlayıp yıldızın mezarını saatlerce ziyaret edecek denli sarsılmış biriydi. Kimliğinden bağımsız olarak 1950’li yılların masumiyetinin, o yıllardaki özlemlerin simgesiydi. Muhafazakâr bir toplumda sınırları bunca zorlayabilmiş olması nedeniyle hep iki ayrı hayat yaşadığından söz edilirdi.

        Yapı Kredi Bankası’nın “İşte benim Zeki Müren” adlı çok ilgi gören sergisinin küratörü Derya Bengi’ye göre Müren, “kendince bir muhafazakârlık-devrimcilik dengesi kurmuştu”, yani “halkın karşısındaki Zeki Müren ile özel hayatındaki Zeki Müren diye iki ayrı karakter” yoktu. “Zeki Müren bir yıldız ve ... kendine, kendi yıldızlığına âşık birisi. Dolayısıyla sahnede olduğu gibi sahneden indiğinde de ... aynı yıldız Zeki Müren olarak kalır.”

        1950’li yıllardaki büyük toplumsal devinimle birlikte Türkiye’nin hayatına tüm pırıltısıyla girmişti. 1960’lardaki büyük dönüşümlerin hazırlayıcılarındandı. Dünyayla yeni yeni ilişki kurmaya başlayan, kendi kavrukluğundan kopmaya çalışan bir ülkede, muhafazakâr kitleleri sürükleyen Batılı ve Batıcı başvekil ile arasında toplumla kurdukları ilişki açısından ortak paydalar da çoktur aslında. 1950’ler Türkiye’de de dünyada da yeni bir toplum yapısının şekillendiği, bir yandan da 60’lı yılların isyanının tohumlarının atıldığı dönemdir. Gelişmiş ülkelerde savaşın yaralarının sarılmasına, gelişmekte olanlarda medeniyetin nimetlerinden faydalanılmaya başlanan yıllardır. Türkiye bir yandan köylülerini topluma ve siyasete dahil ederken, diğer yandan da edebiyatta, sinemada, daha sonraları tiyatroda ve sanatın diğer dallarında patlayacak yaratıcılığın zeminini hazırlamaktadır.

        Mete Kaan Kaynar’ın yayına hazırladığı Türkiye’nin 1950’li Yılları başlıklı kitap, işte tam da bu içine kapalı toplumun nasıl kabuğunu kırdığının, kendisine nasıl baktığının, dünya ile nasıl ilişki kurduğunun, kısacası nasıl “inkişaf” ettiğinin hikâyesini tüm konularıyla ve ayrıntılarıyla anlatıyor.

        Kitabın öne çıkardığı isimlerden birinin Zeki Müren olması da “Paşa”nın bu geleceğin kurucularından olmasından dolayı. Derya Bengi’nin bu kitaba yazdığı Zeki Müren portresinde vurguladığı gibi, “Neredeyse 150 yıldır bütün sorunlarını Doğu-Batı karşıtlığı zemininde, kimlik ekseninde tartışıp duran bir topluma Zeki Müren her iki yöne çevrili bir Janus bakışı armağan etti. ... Saza ve söze dokunmadan yeni bir öze daldı. ... altmışlar rönesansını galiba ellilerin Zeki Müren’iyle başlatmak yerinde olur”...

        Bence de.

        Diğer Yazılar