Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Cuma günü Paris’te gerçekleştirilen terör eylemleri Suriye krizini farklı bir noktaya taşıdı. Hemen sonuç beklememek gerekse de geçmişe göre bu iç savaşın bir an önce bitirilmesi konusunda en azından Batılı devletler hatta Rusya’da bir irade oluştu. Bunun yansımaları önce Viyana’daki çok taraflı görüşmelerde, ardından G20 zirvesinde görüldü. Suriye konusunda ortaya detayları tam belli olmasa bile bir eylem planı dahi çıktı. Bu türden gelişmeler kısa zamanda savaşın durup bir çözümün hemen gerçekleşeceği anlamına gelmiyor. Olsa olsa bölge dışındaki güçlerin Suriye krizinin bölgeye hapsedilemeyeceğini anladıklarını gösteriyor.

        Şimdi bölgesel güçlerin yapıcı bir yaklaşımla çözüme yönelmeleri ve darmadağın olmuş yerel savaşçıları barış yoluna girmeye ikna etmeleri gerekecek. Bunların gerçekleştirilmesi hayli güç olsa ve yoğun bir diplomatik enerji gerektirse de çözüm iradesi şekillendiği takdirde belli bir zaman sonra mümkündür. Paris saldırılarının siyasal ve toplumsal sonuçlarını toparlamaksa çok daha uzun vadeye yayılacak çabalar gerektirecek.

        IŞİD’in kimliğinin iki unsuru var. Bir yanıyla IŞİD bir devlet kurma projesi. Onu diğer cihatçı örgütlerden ayrıştıran özellik bu. Diğer yanıyla ise IŞİD olağanüstü ideolojik cazibeye sahip bir örgüt. Sınırsız ve müthiş bir şehvetle kullandığı, sergilediği, reklamını yaptığı şiddet kendi cazibesinin ana unsurlarından birisi. Şiddet ezilmiş ruhun temizlenmesinin en kısa ve kolay yolu olarak öne çıkıyor. Özellikle hayatın gündelik şiddeti altında ezilenleri cezbediyor.

        IŞİD’in temel felsefesi, ileri sürdüğü tezler, katılanlara sunduğu hayat tarzı ile yalnızca asr-ı saadet vaadinde bulunmuyor. Belli ve dinsel tarihte önem taşıyan bir toprak parçasını kontrol edebildiği için, ilan ettiği halifelik de dünya ölçeğinde bir cazibe odağı haline gelmesine yol açıyor.

        Scott Atran and Nafees Hamid’in New York Review of Books’taki kapsamlı yazılarında vurguladıkları gibi “Maşrık’tan Avrupa’ya kadar hilafet pek çok Müslüman’ın zihninde çok cazip bir siyasi hareketlenme davası olarak canlandı. İspanya’da dinler arası diyalog çalışmalarına katılan bir imamın dediği gibi, ‘El Kaide ve IŞİD’in şiddetine karşıyım ancak durumumuzu Avrupa’nın ve başka ülkelerin gündemine sokan da onlar oldu... Hilafet, sonunda ne şekil alacağını bilmesek bile burada ve kalplerimizde’.”

        IŞİD gibi bir olgunun ortaya çıkmasında ve hatırı sayılır bir destek bulmasında kuşkusuz toplumsal bir patolojinin payı var. Pek çok Arap yorumcunun uzun zamandan beri yazdığı üzere özellikle Sünni Arap âlemi, dünyayı ıskaladığına ve gerilerde kaldığına inanıyor. Batı’nın savaşları ve işgalleri, Filistin meselesindeki çaresizlik müthiş bir öfkeyi besliyor. Bu dış etkenler kadar, toplumlarına eziyet eden, onları çağdaş hayatın şartlarına göre yetiştirmeye gayret etmeyen, ekonomik kalkınma konusunda sözlerinin hiçbirini tutmayan despot Arap rejimlerinin on yıllar süren yönetimleri de bu toplumları sindirmiş. Derin bir siyasi çaresizlik duygusu yaygınlaşmış.

        Ne köklerinin bulunduğu ülkelerle ne de yaşadıkları ülkelerle bağ kurabilen, yabancılaşmış ve dışlanmış Avrupalı Müslümanlar hakkında da benzer bir dinamikten söz edilebilir. Bu bağlamda Paris eylemleri üzerine yabancı düşmanlığının azması, dışlanmışlığın katmerlenmesi aslında tam da IŞİD’in ekmeğine yağ sürecek bir tepki olur. Benzer şekilde IŞİD’e karşı savaşın yoğunlaşması, diplomatik alanda olumlu gelişmeler yaşanmadığı takdirde ters tepebilecektir. Paris saldırılarının, IŞİD’in son haftalarda darbe üzerine darbe yemesinin ardından gerçekleşmesi aslında örgütün çaresizliğini aşma gayreti olarak da okunmalıdır.

        Ortadoğu’ya gereken yeni bir savaş değil, IŞİD’i çevrelemeyi de içeren bir düzen kurma projesidir. O işi de ancak yerel unsurlar kendileri yapabilir. Çok uzun sürecek bu çabada dışarıdan gelenlerin rolü ancak bu çabayı kolaylaştırmaktan ibaret olacaktır.

        Diğer Yazılar