Anafor
Türkiye’nin başkentinde beş ay içinde üçüncüsü gerçekleşen terör eylemi bir dönüm noktasıdır. Eylem hunharcadır. Yaşanan bir katliamdır. Daha öncekiler gibi bunun da mazereti yoktur. Seçilen yer, zaman ve o yerde kurban edilen insanların kimlikleri terör eylemini gerçekleştirenlerin nihilizminin de göstergesidir. Ölenler arasında herhangi birimizin bulunabilecek olması genel kamuoyu açısından bu olayın en dehşet verici ve travma yaratıcı boyutudur.
Ülke bu noktaya bir zamandır izlediği yolun sonunda varmıştır. Her alanı saran şiddet ortamı ve dili, ilişkilere ve tavırlara yansıyan tahammülsüzlük, kurumların ağır saldırılarla zayıflatılması, Parlamento’nun denetleyici br yasama organı olmaktan çıkarılması bu yolun kilometre taşlarıdır. Siyaset ve sivil düşünce, hukuk ve kurallar, kurum ve demokratik gelenekler devre dışı bırakılmıştır. Akla gelecek her konuda, devrede ağır bir rövanşizm hakimdir. Eğer bu yolda toplum, siyaset ve devlet olarak yürümeye devam edersek korkarım bu dönüm noktasında dönülen yön felaketin, çözülmenin ve daha da yoğunlaşmış şiddetin yönüdür.
İlk Ankara saldırısında Kürtler/solcular öldürüldüğü için olayı pek önemsemeyen, kulak ardı eden ve acıyı da paylaşmayan geniş toplum son olayla panik havasına girmiştir. İkinci Ankara saldırısı bile çok sayıda masum sivilin ölümüne rağmen geniş kamuoyunda daha çok devlete yönelik bir saldırı gibi değerlendirildiğinden benzer bir panik ortamına yol açmamıştı.
Sultanahmet’teki saldırının maktulleri “ecnebi” olduğundan kaygıya değer bulunmamış, Suruç ve Diyarbakır gene solculara ve Kürtlere yönelik olduğu için pek umursanmamıştı. Benzer şekilde aylardır Güneydoğu’nun il ve ilçelerinde süren savaşın yol açtığı fiziki ve insani yıkım, şiddetin niteliği ve yoğunluğu ülkenin merkez, kuzey ve batı kesimlerinde “nankörlüğe” verilen doğru bir cevap diye değerlendirilmişti.
Sonuçta bu olayların hiçbirinde toplumun “normal” bireylerini doğrudan etkileyecek bir boyut görülmemişti. Kimsenin hesap vermemesi, olayların arka planının, detaylarının hala açıklanmaması da dert edilmemişti. En fazla şanssızlık sonucu yaşanılan bazı bireysel trajediler üzüntü yaratmış olabilirdi. “Ateş düştüğü yeri yakar” ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düsturlarının bileşimi sayılması gereken bu yaklaşım, katliamın Güven Parkı’nda yapılması, gündelik hayatlarının rutinlerini sürdüren sıradan vatandaşları hedeflemesi nedeniyle berhava olmuştur.
Bu terör eylemini gerçekleştirdiği varsayılan PKK ve müttefikleri, siyaseti reddeden bu nihilist şiddet tutkusuyla terörizm korkusunu toplumun ruhuna artık yerleştirdi. 1970’lerin şiddeti de dahil edilirse 40 yıla yakın süredir terörle iç içe yaşadığı halde bunu bir varoluşsal mesele haline getirmeyen geniş toplum, şimdi öfkelidir ve artık terörizme takıntılıdır.
Muhtemelen ilk refleksi, sanki yeterince şiddet uygulamayı beceremiyormuş gibi devletin daha da şedit olmasını talep etmek olacaktır. Özgürlük alanlarının daralmasının şiddetin yoğunlaşmasındaki payını görmeyecek hukuk devletinin kurumsal erimesine muhtemelen ses çıkarmayacaktır. Bir tesadüf, Birleşmiş Milletler Raportörünün dün yayınlanan “Terörizmle mücadele hakkında raporu” tam da bunların tersinin yapılmasını önermektedir.
Ankara saldırısı ve ölenlerden geriye kalan fotoğraflara bakıp da içi sızlamayan normal bir insan herhalde yoktur. 25 gün içinde Türkiye’nin başkentinde gerçekleşen ikinci terör eylemini engelleyemeyen yetkililerin de o fotoğraflara baktıklarını, ailelerin perişan halini gördüğünü varsayıyoruz. Bu olay karşısında vicdani bir refleks olarak dahi istifayı düşünmemeleri ise yaşadığımız dönüm noktasının önümüze koyduğu ek trajedidir.
Acı maalesef katmerlenerek artacak gibidir.