Zirvenin ardından
Son ayların ve yılların, özellikle de soğuk savaş döneminin bu ülkede yaşayan herkese öğretmesi gereken bir ders vardı: Türkiye’deki demokrasinin niteliği, sağlığı, canlılığı genelde devletler sisteminin bir derdi değildir. Müttefiklerin buna verdikleri önem, dönemine göre artar ya da azalabilir. Ulusal güvenlik kaygıları, hesapları, değerlendirmeleri devreye girince değerler ve ilkeler daha sonra kullanılmak üzere bir kenara bırakılabilir.
Yöneticilerin kişisel görüşlerinden bağımsız olarak devlet çıkarları ön plana çıktığında Türkiye’nin ya da herhangi bir başka ülkenin demokratik düzeni ancak bir dipnot düzeyinde değerlendirilir. Basın toplantısında ülkenin demokratik eksikliklerini ve basın özgürlüğünü, hukukun üstünlüğüne yönelik tehditleri gündeme getiren Başkan Obama bile Türkiye’ye son tahlilde bir stratejik varlık olarak önem veriyor. Ya da bugünün koşullarında, 2009’daki iyimserliğini, Türkiye Başbakanı’na ve onun siyasi projesine olan inancını ve güvenini yitirmişken, başka türlü bir yaklaşımı beyhude buluyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyareti bir ikili ziyaret değildi. Cumhurbaşkanı, Washington’a Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne katılmak üzere gitti. Dolayısıyla bu ziyaret sırasındaki diğer temasları, önemli bir kuruluşta konuşma yapabilmesi, dünyanın en önde gelen TV gazetecilerinden birisiyle mülakatının yayınlanması, Türkiye’nin özgül ağırlığıyla, ülkenin tanıtımından sorumlu olan büyük şirketlerin bağlantılarıyla ve bazen de “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığıyla hareket edenlerle bağlantılıdır.
Demokratik ülkelerde kamuoyu oluşturanlar, devletlerin göz ardı edebilecekleri demokratik ilkeleri, özgürlükçü değerleri önemserler. Nitekim Cumhurbaşkanı’nın Amerikan başkentine gitmesinden önce Türkiye hakkındaki yazılarda bir patlama yaşanmıştı. Türkiye vatandaşları açısından üzücü olan, bu yazıların kahir ekseriyeti, ülkenin siyaseten girdiği yola, insan hakları siciline, demokratik haklardaki gerilemeye atıfta bulunarak ciddi olumsuzluklar içermeleriydi.
Olumsuz yorumların bir kısmında “bağcı dövmek” derdi ön plana çıksa da, hatırı sayılır bir bölümünde nesnel değerlendirmeler yapılmıştı. Türkiye’nin bir dönemki performansı üzerinden bugünkü iktidara benzeri görülmemiş krediler açanların bir kısmı, bugün biraz da aldatılmışlık duygusunun yol açtığı sertlikle görüşlerini dile getiriyorlar. Saik ne olursa olsun, bugünün Türkiye’sinin dünyada ve ABD’de müthiş değerli bir deneyimin taşıyıcısı olduğunu düşünen salim kafalı kimse bulmak zor. İşte Türkiye açısından vahimleşen manzaranın asıl önemli tarafı burada.
Washington ziyaretinin ve yapılan temasların içeriğini ve sonuçlarını önümüzdeki gün ve haftalarda daha iyi anlarız. Şu aşamada söylenebilecek olan şudur: ABD-Türkiye ilişkileri Washington tarafından artık ne stratejik ortaklık ne de model ortaklık tanımlaması altında değerlendiriliyor. Türkiye, siyasal deneyiminin parlaklığı nedeniyle sözü ağırlık taşıyan bir ülke değil. Obama basın toplantısında, Türkiye’yi bir müttefik olmaktan çok, iş düştükçe birlikte hareket edilecek herhangi bir ülke statüsünde tanımladı. Türkiye’ye “Gittiğin yol yol değildir” şeklinde bir not düştü. Bu tutumu bir dış politika uyarısı olarak değerlendirmek mümkündür.
Artık ABD açısından mesele IŞİD ile mücadeledeki muğlak tavrın bırakılmasıdır. Bu da PYD konusundaki tutumun değiştirilmesini gündeme getirmektedir. İçerikleri henüz bilinmeyen baş başa görüşmelerin asıl sonuçları burada ortaya çıkacaktır.