23 Nisan-24 Nisan
Dün 23 Nisan nedeniyle Meclis’te bir davet verilmemesi, kutlamaların iptali, gerekçe olarak şehitlerin anısının gösterilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken tatsız bir simgesel adımdır. Bu Meclis, boynunda idam fermanı bulunan birisini başkanlığa getirerek, zor koşullarda bir bağımsızlık savaşını yönetmiş, yani Cumhuriyet’in harcını atmış kurumdur. Bu işi yaparken de o günün toplumunun farklı hayat görüşlerine, idraklerine sahip seçkinlerini, önderlerini bir dava etrafında birleştirmeyi becermiştir.
Meşruiyet kaygısı hep ön planda tutulmuş, Meclis en zor günlerinde bile zorlu tartışmalara tanıklık etmiş, kendi içinden çıkan hükümete karşı gerektiğinde kök söktürmüştür. Onun kuruluş gününü kutlamamak, bugünün Türkiye’sinde Meclis’in işlevsizleştirilmesinin ilanı, bu kutlamayı yapmamak da Meclis’in kendi varlığına duyduğu saygı eksikliğinin nişanesidir. Bugünkü Meclis’in 1920’dekilerin çapında şahsiyetlere sahip olmaması, vekillerin çoğunluğunun görev yaptıkları kurumun ulviyetini ve işlevini kavramamaları elbette hazindir.
Yazık ki Meclis’in manevi şahsiyetinin zedelenmesi, işlevinin sorgulanması, gücünün erimesi yalnızca bugünkü iktidarın tasarruflarının sonucu değildir. Meclis’i yürütmeye eklemlemeye çalışanlar, Meclis’i lağvedenler, millet iradesinin daha üst iradeyle, darbelerle hiçe sayılabileceğini gösterenler, darbeler karşısında Meclis’e ve onun temsil ettiklerine geçmişte sahip çıkmamış olanlar da bugünkü durumda pay sahibidir.
Başlıktaki tarihlerden ikincisiyse Anadolu’nun kadim topluluklarından Ermenilerin bu topraklardaki varlığını o güne dek benzeri görülmemiş bir şiddet politikasıyla sona erdirecek kararın simgesel tarihi. Aslında 1915 öncesi “Tehcir”leri ile başlayan, Cumhuriyet döneminde başka tarz siyasetlerle süren politikalar amacına büyük ölçüde ulaştı.
Sonuçta Türkiye nüfusu din açısından homojenleşti. Etnik çoğulculuğun siyaseten nasıl yönetileceği ise halen, hayli kanlı bir şekilde süren, toplumsal dokuyu allak bullak eden, devleti 21. yüzyıl normlarından uzaklaştıran bir kavga ile belirlenmeye çalışılıyor.
20. yüzyılın tarihine ve uluslaşma süreçlerine bakıldığında “kuruluş” dönemiyle ilgili şaşılacak bir durum aslında yok. Avrupa’nın o dönemlerdeki siyasi halet-i ruhiyesine de uygun gelişmelerdi yaşananlar.
Ermeni meselesine 1915’te yaşanan katliam mıdır, soykırım mıdır karşılıklı kıtal mıdır diye isim kavgasına tutuşarak bakmaktansa Anadolu’nun, ve burada yaşayan tüm toplulukların neler kaybettiği üzerinden bakmak gerekir. Sonuçta 1913 yılında yaklaşık 1.5 milyonluk nüfusa sahip Ermenilerin sayısı, mühtedileri bile katsanız en fazla 300 bin civarında.
Kaybedilenden kasıtsa yalnızca malların, toprakların, servetlerin talanı veya gaspı değil. Daha dramatik şekilde, ölenlerden, dağılan ailelerden, hayatları bambaşka yerlere kayan insanların iç paralayıcı öykülerinden, genç kızların hiç beklenmedik şekilde örülen, sessizlikle örtülen kaderlerinden de ibaret sayılmaz.
Anadolu’da geride kalanların, komşularının, bir köyü, yöreyi, kentin mahallesini paylaştıkları, çoğu yerde aynı dili konuştukları, aynı müzikleri dinledikleri, din dışında çok benzer kültürü, hayat anlayışını paylaştıkları, sonradansa kimilerinin evlerinde oturdukları insanların, onların kültürlerinin yok oluşu üzerine kaybettiklerini düşünmek gerekiyor aslında.
23 Nisan bir milletleşme azminin, siyaseten “diriliş”in simgesel tarihidir. İslam dünyasında son iki yüz yıl içinde Batı’ya karşı başarıyla sonuçlanmış ilk ve tek mücadeledir. Bu mücadelenin ardından yalnızca bağımsız değil egemen bir devlet de kurulabilmiştir. Bugün yapılması gereken Meclis’in devre dışı bırakılması değil adına layık şekilde bu ülkenin kalan çoğulculuğunu yansıtacak, yasama organı olmanın ahlaki sorumluluğunu taşıyacak hale gelmesini sağlamaktır. Zor ve uzun sürecekse de bir gün bu da başarılacaktır.