Körfez alternatif mi?
Türkiye’nin dış politikasında bir sıkışıklık var. Konuya salim kafayla bakabilen hemen herkesin ortak görüşü bu. Bir taraftan ülke, dış politikasında önem taşıyan hemen tüm taraflarla ciddi sorunlar yaşıyor. En büyük sorun ise Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden makul bir rotaya çevrilebilmesi.
Batılı müttefiklerle ilişkilerde karşılıklı güvensizlik ve memnuniyetsizlik var. Taraflar kısa dönemli iç ve dış politika çıkarlarına bağlı olarak konuya bağlı işbirliği içine giriyor. Ortak değerler veya ilkelerden bahsetmek söz konusu değil. Aslında tüm taraflar birbirleriyle “ne seninle, ne sensiz” türünden bir bağlantı içinde.
Uluslararası İlişkiler Derneği kongresinde de tartışıldığı gibi Rusya, Türkiye’yi Batı’ya doğru itiyor. Yanlış bir Suriye politikasını, rotanın yanlışlığı görüldükten sonra bile sürekli vido çekerek sürdürme inadı Rus uçağının düşürülmesiyle Ankara’yı etkisiz kıldı. IŞİD’in haftalardır füze atışına tuttuğu Kilis’te pek çok sivil öldüğü halde bir zamanlar tüm bölgeye nizam getirme iddiası taşıyan Türkiye, kendisine saldıranları ancak müttefiklerinin yardımıyla ve onların araçlarıyla cezalandırabiliyor. Zira Suriye hava sahası Ruslar tarafından Türkiye’nin Hava Kuvvetleri’ne kapatılmış durumda.
Rusya’nın tazyiki sonucu Batı’ya yaklaşmak zorunda kalmak, belli ki Ankara’yı rahatsız da ediyor. Orada elinin güçsüz olmasını başka şekillerde telafi etmeye, kendine manevra alanı açabileceğini düşündüğü ilişkileri geliştirmeye çalışıyor. Bunu yapabildiği 2 belli başlı ülke var. Birisi Katar, diğeri Suudi Arabistan. Katar’la olan ilişkiler derin ve yakın. Geçenlerde Türkiye’nin Katar’da askeri üs açmasıyla ilgili anlaşma imzalanınca ilişkilere güvenlik boyutu da eklendi. Karadeniz’de istediğini bulamayan, Ortadoğu’da büyük ölçüde sınırlarına hapsolarak etkisini yitiren Türkiye şimdi Körfez bölgesinde güvenlik mimarı olarak yer almaya çalışıyor.
Kuşku yok ki bu üs en başta İran’ın bölgedeki artan gücünden ürken Körfez ülkelerine bir destek verme amacı güdüyor. Ancak yarın, öbür gün bu rejimlerin iç dertlerini çözmede bir unsur haline gelmesi ihtimal dışı değil. İkinci önemli ilişki Suudi Arabistan ile geliştiriliyor. Ankara, Riyad ile Suriye krizi nedeniyle ortak politikalar sürdürüyor. Bunların ne ölçüde akıllı politikalar olduğu tartışılabilir ancak 2 ülkeyi yakınlaştırdıklarına kuşku yok.
Suudi Krallığı’nın daha doğrusu Suud hanedanının bekası, 1945 yılında ABD Başkanı Roosevelt ile Kral Abdülaziz İbn-i el Suud’un yaptıkları anlaşma sonucu Washington’a emanet edilmişti. Yıllar içinde Suudlar ABD’nin radikal Arap milliyetçisi unsurlara karşı İslami-muhafazakâr cepheyi güçlendirme politikalarında hep ön planda yer aldılar. Özellikle İran devrimi sonrası ve Afganistan direnişi sırasında kendilerini de korumak güdüsüyle Vehabiliğin yaygınlaşması için büyük paralar harcadılar. Cihatçı örgütlere destek verdiler ve ulemaları aracılığıyla müthiş bir nefret kültürünü büyüttüler.
Giderek Suudi ideolojisi ile El Kaide veya IŞİD’in benzer bir dünya görüşünden kaynaklandığı görüşü yaygınlaşırken, Cihatçı tehditte Suudların rolü daha fazla sorgulanmaya başlandı. İran ile yapılan anlaşma, bizzat Obama’nın Körfez ülkelerinin bölgesel gücü Tahran ile paylaşmaya alışmaları gerektiğini söylemesi, 71 yıldır süren ittifakın aynı koşullarda devam etmeyeceğini gösteriyor. Suudi Arabistan, altından kalkıp kalkamayacağı belli olmayan radikal bir ekonomik ve ideolojik reform zorunluluğuyla karşı karşıya.
Bu durumda Suudi Arabistan ile ilişkiyi makul bir seviyede tutmak ve alternatif bir stratejik eksen hayaline kapılmamak gerekir. Bu rejimin bekçisi olmak, zaten Türkiye’nin işi de değildir. Asıl mesele Türkiye’nin hızla değişen uluslararası ortamda, eksenleri kayan AB ve ABD ile ilişkilerini yeniden tanımlayarak bir sentez üretebilmesindedir. Başarabilirse...