Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İÇİNDE İstanbul sevgisi, tarih merakı, gelenek düşkünlüğü taşıyan bir İstanbullu için Tarlabaşı’ndan Unkapanı’na giderken maruz kaldığı metro köprüsü görüntüsü, eğer işkence değilse, büyük bir eziyettir. Muhafazakâr olma iddiası taşıyan bir kent yönetimi, Süleymaniye’nin görüntüsünü engelleyen bu çirkinlik abidesini yaptırabilmiştir.

        Türk muhafazakârlığı deyiminin aslında İngilizce tabiriyle bir oxymoron yani kendi içinde tezat teşkil eden bir tanımlama olduğunun kanıtlarından biri buysa, diğeri de kuşkusuz tarihi yarımada siluetini mahveden, arka planda yükselen ve yıkılması bir türlü akla gelmeyen gökdelenlerdir.

        Bunların yanı sıra muhafazakâr belediyelerin ve her türlü idarenin pek meraklı ve düşkün olduklarını iddia ettikleri tarihin ve tarihi eserlerin canına okuyan düzenlemelerin, canım camilerin dışında gözleri yuvalarından fırlatacak şekilde sarkan klima borularının, külliye yanına yapılan yurt gibi kadirbilmezliklerin yekûnünü bilmek de herhalde imkânsız.

        Kısacası Türk muhafazakârlarının ya da en azından bugün kent rantlarını yönetme gücüne sahip olanların çoğunun yaşadıkları kentin dokusu, doğa-yaşam alanı uyumu gibi dertleri taşıdıklarını söylemek, kolay değil. Bu kayıtsızlığın, umarsızlığın sonuçları her gün gözler önüne yeni örneklerle gelirken bir kısmının gelecek nesilleri tümden hafızasızlaştıracağını da söylemek yanlış olmaz.

        Mimar ya da şehirci olmadığım için çıplak gözle görebildiklerimin ötesinde bir şey yazmam yakışık almaz. Kentlere yönelik tahribatın yarattığı fırtınaları, erbabı daha iyi ve kapsamlı şekilde anlatır.

        Ne var ki mesele yalnızca tarihsel mekânların korunması ile de bitmiyor. İstanbul gibi bir kentte yaşayanlar kentlerinin bildik yerlerinin yok edilmesine, kent hafızasının kaybolmasına, hayatın bildik, hoşlanılan rutinlerinin imhasına tanıklık etmek zorunda. Diğer kentlerde de onların çapına uygun şekilde benzer gelişmeler/tahribat yaşanıyor.

        İstanbullular geçen gün caddelerinde Kabataş Meydanı’nın 28 Temmuz’da kapatılacağını bildiren afişlerle karşılaştılar. Yangından mal kaçırırcasına yapılan ve kimseye örgütlenebilme imkânı da vermeyecek kadar kısa sürede işleme konacak karar, aslında 2009 yılından beri pişirilmekte olan bir projeymiş. Karar, Belediye Meclisi’nden oyçokluğu ile geçmiş. Kabataş bu projeyle büyük bir ulaşım transfer merkezi haline gelecek ve bundan böyle Kabataş’tan Üsküdar’a deniz altından yürüyebilecekmişiz.

        Medyanın ve bu projeye muhalif olanların, Meclis-i Mebusan binasından Dolmabahçe Sarayı’na kadar uzanan kıyı şeridinin canına okuyacak böyle bir proje hakkında kentlileri yeterince bilgilendirmediklerine kuşku yok. Bu tarih şeridinin içinde bir beton yığınının ne işinin olduğu da yeterince gür sesle sorgulanmadı. Karar için gerekli mercilerden onay ya da izin alınıp alınmadığı da belli değil.

        Kabataş iskeleleri yaşayan bir mekândır. Yüz binlerce kişi orayı, aynen bu insansız ruhsuz projedeki tabiriyle bir transfer merkezi olarak kullanıyordu. Önerilen projenin aksine Kabataş bugünkü haliyle kentlilerin yeşili bulabileceği, Boğaz kıyısında yürüyebilecekleri bu kentin dokusuna işlemiş Boğaz seferlerinin tadına varacakları bir alandı. Otobüs duraklarına rağmen.

        İstanbullular hayatlarını kolaylaştıran bir ulaşım merkezinden en az 3 yıllığına mahrum kalacaklar. Karaköy’de, Beşiktaş’ta, Dolmabahçe’de yoğunluk artacak. Bu bedeli neden ödemek zorunda kaldıklarını kendilerine anlatan çıkmadı. Bunun da ötesinde uzman raporları, Boğaz’ın ekosisteminin tahrip olacağını söylüyor. Depremde de bu alanın çok riskli olacağı söyleniyor.

        Sonuçta İstanbul’u İstanbul yapan bir mekân, bir gelenek, bir ruh yok edilecek. Muhafazakârların umurunda olmayabilir ama bu meydanı kullanan, oradan keyif alan şehirlilerin hiç mi bir diyecekleri yok, kendilerine dayatılan, hayatlarını en az 3 yıl zehir edip hafızalarını sıfırlayacak bu “ustalık” projesi hakkında?

        Diğer Yazılar