Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hukuk konusu bu ülkenin kahir ekseriyeti tarafından mesele edilmediğinden, ki bunlara okumuşlar da dahildir, işleyen, bağımsız/tarafsız bir yargı sisteminin varlığıyla ekonomik refah arasındaki bağlantı zihinlerde pek kurulmaz. Halbuki bir ülkede hukuka inancın varlığı, hukukun üstünlüğünün kurumsal garanti altında olması, yargının evrensel kurallara göre çalışması devletin düzgün işleyebilmesi için şarttır. Yani mahkemelerde gördüğümüz “Adalet mülkün temelidir” sözü sadece lafta kalacak bir söz değildir.

        Yazılı kurallara ve kanunların ruhuna, uluslararası sözleşmelere uymanın getirisinin ne olduğu belki ilk bakışta anlaşılmaz. Ancak bunların yokluğunda ödenecek fatura akılları başlara getirebilir. Moody’s’in Türkiye’yi yatırım yapılır bir ülke olmaktan çıkararak not düşürmesini bu prizmadan da okumak gerekir.

        Moody’s ve benzeri uluslararası kredi kuruluşları 2008 krizindeki rolleri nedeniyle ciddi şekilde kredibilite kaybetmişlerdi. Ne var ki sistemin içinde halen bir işlevleri var. Moody’s kararının siyasi olduğunu söylemek doğru olsa bile çok anlamlı değil zira aynı kuruluşun Türkiye’yi yatırım yapılır ülke kategorisine çıkaran kararı da önemli ölçüde siyasi takdir içeriyordu. Bu durumda siyaseten değişenin ne olduğu üzerinde düşünmek gerekir.

        Türkiye’ye bakanların darbe sonrasında gördükleri hukuki manzaradan, adalet mekanizmasındaki aksaklıklardan ve yargının halinden gayet olumsuz etkilendiklerini görmemek zor. Bu durumla ilgili kaygıların Türkiye’ye yönelik yatırım kararlarının, ekonomik analizlerin bir yerlerinde mutlaka bulunduğunu artık görmek gerekir.

        Türkiye, Cumhuriyet tarihinin üçüncü büyük sermaye transferini yaşıyor. Bu süreçte, yargı yürütmeyle ve idareyle fazlasıyla iç içe görüntü verdiğinden mülkiyet hakkının koruma altında olduğunu söylemek zor. Böyle bir ortamda kapkaççı sermaye dışında Türkiye’ye kaynak gelmez. Gelen kaynak ancak ortalıktaki varlıkları alır belki ama yeni değer yaratmaya kalkmaz. Hepsinden önemlisi, “Ben FETÖ’cü değilim bana dokunulmaz” diyenler bile zihinlerinin bir köşesinde mülkiyet hakkıyla ilgili kaygıyı, devlet karşısında yaslanacakları bir hukuk bulunmayışının kaygısını, korkusunu taşırlar. Bugün değilse yarın taşıyacaklardır.

        15 Temmuz darbe teşebbüsü daha önceki yargılamalarda yapılan yanlışların tekrar edilmemesi için bir fırsat yaratmıştı. Bu badirenin atlatılmasında kolektif bir karşı koyuşun etkili olduğunun kabul edilmesi, ona göre de bundan sonrası için siyasette kapsayıcı bir yaklaşım benimsenmesi gerekirdi. “Yeşil olması uzman olmasından evladır” ilkesinin terk edilmesi, liyakatın ön plana geçmesi bekleniyordu. İlk birkaç hafta buna yönelik bir umut beslenebildi de. Giderek mutlak iktidar refleksleri ağır bastı. Kitle halinde işten çıkarmalar, bireysel olması gereken suçların aileleri kapsayacak şekilde değerlendirilmesi, seçilmişlerin yerine bürokratlar geçmişin hatalarından ders alınmadığını da gösteriyor. Mağdur olanların toplumsal etkisi ileride ortaya çıkar. Terör örgütüyle yahut darbe teşebbüsüyle ilgisi olmayan insanların tutuklanmasının ve ortada doğru dürüst delil olmadan hapse atılmasının sonuçları en son Ergenekon ve Balyoz davalarında görüldü. O davaların bu ülkedeki adalet duygusuna nasıl bir hasar verdiği de unutulmadı.

        15 Temmuz’dan sonraki toplumsal mutabakat bu tür tavırlar ve uygulamalar sonucu eriyor. Yurtdışına darbeye direnişin şanıyla verilmek istenen olumlu mesajlar, yargıdaki hoyratlık ve siyasetin içe kapanmasıyla etkisiz kalıyor. Ülke, coğrafi konumunun getirdiği büyük değeri mirasyedi gibi harcarken, itibarı da zarar görüyor. Ve kanımca çok yazık oluyor.

        Diğer Yazılar