Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        MOSKOVA

        Konferansta katılan en dramatik konuşmacılardan birisi, ki Kremlin’e de yakın olduğu biliniyordu, meseleyi şu şekilde koydu: “Weimar sendromunu üzerimizden attık. Şimdi artık kazanan biziz.” Bilindiği gibi Almanya’da Weimar Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuştu. Zayıftı, iradesizdi, meşruiyeti çok sınırlıydı. Muhafazakâr milliyetçilerin ve yayılmacıların sürekli saldırılarıyla geçen çalkantılı ömrü Adolf Hitler’in iktidara gelmesiyle bitmişti. Hitler’in “Kazanan biziz” dediği dönem de sanıldığından kısa sürede, kıtayı ve dünyayı perişan eden bir savaşla sona ermişti.

        ABD’de Donald Trump’ın başkanlığıyla dünya siyasetinde yeni bir döneme girildiği konusunda Moskova’da herhangi bir kuşku yok. Bu dönemin hayli çalkantılı olacağını düşünseler de ellerinin güçlü olduğuna eminler. Ukrayna’da ambargoyu sineye çekmeye devam edecekler. Hatta Batı’da bu konuda bir kırılma da bekliyorlar. Kırım’ın ilhakının tanınmaması umurlarında değil. Gerek Ukrayna’da, gerekse Suriye’de askeri güçlerini ortaya koyarak elde ettikleri sonuçlar neticesinde gelişmelerde söz sahibi olacaklarını bildiklerinden, gayet tepeden bir tavırla pozisyonlarını anlatıyorlar. Askeri gücün mutlak önemine inanıyorlar.

        Rus konuşmacılara hâkim olan tutum 1990’larda kendilerine yapıldığına inandıkları haksızlıkların hesap gününün geldiği yönündeydi. Soğuk Savaş bittikten sonra Batı’nın verdiği hiçbir sözü tutmadığını, ilişkileri müthiş bir samimiyetsizlikle yürüttüğünü, Rusya’nın güçsüzlüğünden yararlandığını ısrarla vurguladılar. NATO’nun genişlemeyeceğine dair taahhüdün yerine gelmemesi özellikle hep gündeme gelen bir konudur.

        Kosova Savaşı belli ki Rus politikasında dönüm noktasıydı. O yılın sonunda başa geçen Vladimir Putin’in iktidarıyla birlikte Batı ile ilişkileri ön plana çıkaranlar giderek devre dışı kaldı. “Renkli devrimler” denilen Gürcistan. Ukrayna ve Kırgızistan’daki toplumsal ayaklanmaların “dış mihraklar” tarafından kışkırtıldığından emin olduklarından 2008’den itibaren buralarda değişimin önünü kesecek hamlelerini de yaptılar.

        Batı açısından aynı dönem, gereksiz bir zafer havasının egemen olduğu, demokrasinin yayılmasının en önemli hedef gibi görüldüğü bir dönemdi. Zayıf bir Rusya’ya da pek dikkat edilmiyordu. Rus katılımcıların saptamasıyla, “Soğuk Savaş sonrası düzenin işlememesinin en önemli sebebi Rusya’ya bu düzende ona layık bir yer bulunmaması ya da verilmemesiydi”.

        Bugün durum farklı. Batı kendi iradesini dayatacak güce veya enerjiye sahip değil. Kendi iç sorunları hayli yıpratıcı. Kendi ilkelerine sahip çıkmadığı için ikiyüzlülük suçlamasına sürekli maruz kalıyor. Yükselen popülist dalganın bir sonucu olarak AB’nin, liberal demokrasinin ve liberal dünya düzeninin geleceği hakkında derin kaygılar var. ABD’de Trump gibi bir şahsiyetin başkan olmasıysa önümüzdeki dönemin belirsizliklerini artıran ve Rusları da düşündüren bir gelişme.

        Batı’nın geri döndürülemez bir düşüş içinde olduğuna inanan Rusya açısından temel ilke egemenlik. 19. yüzyıldaki gibi bir dünya tahayyülleri olduğundan büyük devletlerin aralarında anlaşarak yeni düzeni kurmasını arzu ediyorlar. Kendilerini düzen karşıtı bir güç değil, aslında statükocu ama sorun çıkaran bir güç diye tanımlıyorlar. Rusya’nın istediği yeni düzenin parametrelerinin ne olması gerektiği hakkında ziyadesiyle ketumlar. Fazla dile getirmeseler de kendi zaaflarının da farkındalar.

        Belli ki Trump’ın öngörülemez bir Başkan olacağından rahatsızlar. Zira bugüne dek sürprizleri hep Moskova yapıyordu. Yeni Başkan’ın kabinesi şahin güdüleri güçlü şahsiyetlerden oluşuyor. Böyle bir ortamda ise üzerinde mutabık kalınan bir dünya düzeninin, dolayısıyla da karşılıklı kabul gören kuralların olmaması bir risk unsuru sayılıyor.

        Görünen o ki Trump-Putin balayı başlasa bile çok uzun sürmez. Buna karşılık Avrupa’nın, özellikle Almanya’nın stratejik imtihanı da başlıyor.

        Diğer Yazılar