Referandumdan sonra dış politika
Referandumdan sonra dış politika gündemi de hayli hareketli olacak. Seçim kurallarına uyulmadığı tartışmasının çalkantısı ve bunun Türkiye’nin halen kurumsal parçası olduğu Batı dünyasından göreceği tepki belli ki herhangi bir sonuç vermeyecek. Türkiye’nin kurucularından olduğu ve alt kurumlarında Türk vatandaşlarının önemli görevler üstlendiği AGİT’in raporunun olumsuz çıkmasının da somut bir sonucu olamayacak. Yalnızca, 1950’den beri oluşmuş lekesiz sicil lekelenmiş olacak ve dünyadaki Türkiye algısı da bundan etkilenecek.
Algı son tahlilde hemen sonuç verecek bir durum yaratmaz. Ancak zamana yayılmış olarak Türkiye’de toplumun kendisine uygun bulduğu yaşam standartlarından uzaklaşılmasının da yolunu açabilir. Referandumun ardından bir araştırma yapan İPSOS şirketinin bulguları Türkiye’deki bölünmüşlüğün demografik özelliklerini ortaya koyuyor. Buna göre gençler, eğitimliler, şehirliler ve çalışma hayatıyla bağlantısı olan kadınlar daha çok “Hayır”ı tercih ederken; kırsal nüfus, daha eğitimsiz kesim ve 25 yaş üzerindeki erkeklerin çoğunluğu “Evet”ten yana tercih kullanmış.
Geçen yıl yapılan iki oylama ekonomik çıkar hesaplarının ve bunların rasyonel analizinin seçmen indinde çok da anlamlı olmayabileceğini göstermişti. Britanya’da yapılan AB’den çıkma (Brexit) oylamasında, İngiltere’nin sanayisizleşmiş bölgeleri, işsiz kalmış 50 yaş üzerindeki nüfusu “Çıkalım” derken; Avrupa ve “küresel ekonomi” ile yakından bağlantılı kentlerde genelde gençler “Kalalım” demişlerdi. Bu kararın sonucunda Brexit’in ekonomik maliyeti giderek belirgin hale geliyor ve İskoçya Birleşik Krallık’tan ayrılmak için huzursuzlanıyor. Yani İngiltere, AB’den ayrılırken İskoçya’nın da İngiltere’den boşanması gündemde.
Benzer şekilde ABD’de Donald Trump’ın eski güzel günlerin geri geleceği mesajına inanan maden işçileri, eski sanayilerde çalışan mavi yakalılar ekonomik milliyetçi bir programa oy vermişlerdi. Onların da en azından refahlarının korunması konusunda büyük bir hayal kırıklığı yaşayacakları giderek daha netleşiyor. Yani her iki ülkede de geri getirilmesi pek söz konusu olmayan bir ekonomik yapılanmanın unsurları, ideolojik ve kültürel bir tepkisellik içinde geleceği belirleyecek unsurların önüne çıktı. Hillary Clinton’a oy veren bölgelerdeki nüfus Amerikan ekonomisinin yüzde 66’sını temsil ediyordu.
Küçük Amerika olma iddiasıyla kapitalistleşme serüvenine başlayan Türkiye’de de referandum sonuçları, ülkenin ekonomisinin yüzde 66’sını temsil eden nüfusun “Hayır” dediğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda referandum sonrası müthiş bir heyecanla gündeme getirilen AB ile ilişkilerin gözden geçirilmesi fikrini daha yakından incelemek gerekiyor. Türkiye’nin AB heyecanıyla dolu olduğu dönemlerde üyeliğinin AB ekonomisine pek yük getirmeyeceği, tersine AB sürecinin getireceği ivme sayesinde katkısının hızla artacağını ortaya koyan ciddi çalışmalar yapılmıştı. Benzerlerine AB’den kopmanın maliyetini anlamak açısından ihtiyaç var.
Ticaret verilerine bakıldığında “Hayır” diyen kentlerin AB’ye ihracatı toplamın yaklaşık yüzde 66’sı. Tüm ihracat içindeki payı ise 30.6. “Evet” diyen illerin toplam ihracat içindeki payı 15.9. AB’ye yapılandaki payı 34.2. Burada en çok dikkat edilmesi gereken iki şehir ise Bursa ve Kocaeli. Bu iki il, AB’ye yapılan ihracatın yüzde 23’ünü (sırasıyla 13.9 ve 9.4) toplam ihracatın ise 10.9’unu gerçekleştiriyor.
Bu kentlerin nüfusu gerçekten de AB’den kopmayı düşündükleri, bunu yürekten arzu ettikleri için “Evet” demiş olabilirler mi? O kentlerdeki sanayilerde çalışan işçilere refah düzeylerinin nasıl sağlandığını anlatan çıkmış mıdır? Bu düzeyi sağlayan istihdam olanaklarını yaratan piyasaların yerine aslında ikame edilecek başka piyasalar bulunmadığı söylenmiş midir?
Önümüzdeki dönemde siyasal nedenlerle zorlanacağa benzeyen Avrupa ile ilişkileri germe ve hatta hukuksal/yargısal konularda koparma dürtüsüne bir de buradan bakmakta referandumda “Evet” diyenler dahil herkesin ciddi çıkarı vardır