ZBİG
İran Devrimi’nin üzerinden 1 yıl, Afganistan’ın işgalinin üzerinden 2 ay geçmişti. Washington’dan çıkmayan Başkan Jimmy Carter, ABD’deki yaklaşık 300 üniversitenin öğrenci birliği başkanlarını Beyaz Saray’a çağırmıştı. Önce yardımcılarıyla, sonra da kendisiyle tanışacak ve onları dinleyecektik. İlk toplantı, Zbigniew Brzezinski ile yapılacaktı. Kendisini aksi biri olarak biliyor, Sovyetler’e yönelik sertlik yanlısı politikalarından da hoşlanmıyordum. Kalabalık olduğumuzdan bizi beklediği odaya birkaç dakika geç girdiğimizde, “Columbia Üniversitesi’ndeki dersimde olsaydık giremezdiniz, zira saat 08.00’de ders başladığında ben kapıları kilitletirdim” demişti. Unutamadım.
Uzun zaman yazdıklarıyla ilgilenmedim. Türkiye’yi Soğuk Savaş sonrasında çok merkezi bir konuma oturttuğu için ülkemizde çok ilgi gören Büyük Satranç Tahtası kitabında, aslında ABD hegemonyasının tüm müttefikleri tarafından kabul edilmesi gerekliliğini savunuyordu. Bülent Çınar ile birlikte Bilgi Üniversitesi’nde hazırladığımız Foreign Policy Dergisi’nin Türkçe’sinde, eski Almanya Şansölyesi Helmut Schmidt’in bu açıdan yazdığı hayli eleştirel bir kitap tanıtımını yayımlamıştık.
Daha sonra, her nedense Out of Control (Kontrol Dışı) başlıklı, Türkçe’ye çevrilmemiş kitabını okuduktan sonra hakkındaki görüşüm radikal sayılacak şekilde değişti. Brzezinski, uluslararası ilişkiler alanında, hele de onun statüsüne ve imajına sahip biri için pek denenmemiş bir şey yaparak, yüksek stratejiyi bir kenara koyup Soğuk Savaş sonrasındaki tüketim, “cilalı imaj” deliliği ve etik nirengi noktası eksikliğini eleştiriyordu.
1999 yılının şubat ayında Foreign Policy adına kendisiyle görüştüğümde, geçmişte düşündüklerimi unutmasam bile, müthiş etkilenmiş ve düşüncesinin berraklığı, zekâsının keskinliği karşısında hayran kalmıştım. Karşımdaki kişinin, bunları açıktan yazıp söylemese bile kendi geçmiş yanlışlarından ders almış olduğunu, dünyaya bakarken yeni gerçeklikleri mutlaka analizine kattığını düşünmüştüm.
Mısır-İsrail barışının mimarı olan ancak İsrail’in işgal politikalarını kıyasıya eleştiren Brzezinski, Irak Savaşı’na açıktan ve net şekilde karşı çıkan çok az sayıdaki Amerikan seçkininden biriydi. Ülkesinin Soğuk Savaş dönemindeki dış politikasını kıyasıya eleştirdiği Tercih, İkinci Şans ve Stratejik Vizyon başlıklı kitapları, 21. yüzyılda dünya düzenini nasıl kurgulamak gerektiğini, yalnızca büyük güçlerin çıkar ve iradeleri üzerinden düzenin kurulamayacağını tüm açıklığıyla anlatıyordu. Çin’in yükselişinin akıllıca yönetilmesinin gerekliliğini vurgularken, eski sömürge ülkelerde tanık olunan “küresel uyanış”a dikkat edilmesini istiyordu.
Yıllar önce bir toplantıda İkinci Şans kitabındaki görüşlerinin geçmiştekilerden çok farklı olduğunu söylediğimde, bunu kabul etmiş, gerçekçiliğin gereğini yaptığını söylemişti. Gürcistan işgali sırasında Rusya hakkında yazdıklarına o zaman yazdığım World Policy Journal blogunda kendi çapımda sert bir karşılık vermiştim ama hiç kuşkusuz 1990’ların sonundan itibaren, dostlarının ve kendisinin tercih ettiği lakabıyla Zbig, 1960-70’lerin şahin profesöründen ya da ulusal güvenlik danışmanından çok daha farklı ve bana göre müthiş bir düşünürdü.
Aristokrat Polonyalı kökenli bir diplomatın oğlu olan Zbig, Türkiye’de en çok Habertürk’ün kurucusu rahmetli Ufuk Güldemir’e verdiği bir mülakat sonrası tedavüle giren “yeşil kuşak” stratejisiyle bilinir. Afganistan’da Sovyetler’e yönelik direnişi/savaşı tasarlayan kişiydi. Yıllar sonra nihilist, şiddet düşkünü cihatçılığa bu savaş yol açtığına göre herhangi bir pişmanlık duyup duymadığı sorulduğunda, “Dünya tarihi açısından hangisi daha önemli? Taliban mı, Sovyet imparatorluğunun yıkılması mı? Heyecana gelmiş bazı Müslümanlar mı yoksa Orta Avrupa’nın özgürleşmesi ve Soğuk Savaş’ın bitmesi mi?” diye cevap vermişti.
Son yazılarının birinde sömürgecilik sonrası Müslümanların ayaklanışını dünyadaki 5 büyük gerçeklikten biri olarak değerlendirdiğine göre, bu cevabından vazgeçtiğini belki varsayabiliriz.
Brzezinski’ye göre Çin’in ve Asya’nın yükselişi, genişletilmiş ve Rusya ile Türkiye’yi içeren bir Batı ittifakı tarafından dengelenmeliydi. Bu bağlamda ABD’nin rolü elbette merkeziydi. Ne var ki ölümünden 22 gün önce attığı son tweet’inde yazdığı gibi “İstikrarlı bir dünya düzeninin olmazsa olmaz koşulu mahir ABD liderliğidir. Yazık ki, ikincisi ortalıkta yok, birincisi ise giderek kötüleşiyor”.