Kuralsız bir riskli dönem
Kuralsız bir riskli dönem ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın genç kuşağın ciddi uluslararası ilişkiler hocalarından Hal Brands ile birlikte yazdığı “Dünyanın çivisi neden bu kadar çıktı?: Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Sonu ve Küresel Düzenin Krizi” (Why is the World so unsettled?: The End of the Post-Cold War Era and the Crisis of Global Order) başlıklı rapor Henry Kissinger’dan bir alıntıyla başlıyor. Sonradan Amerikan Dış Politikası başlıklı kitabında da yer alacak 1969 yılında yayımladığı bir makalede Kissinger, “Bir devrimin özü, o dönemde yaşayanlara birbirleriyle bağlantısız kalkışmalar gibi gelmesidir. Her olayı ayrı ayrı, anlık ve yalıtılmış şekilde, halledildiğinde uluslararası sistemin temel istikrarının kendini yeniden kabul ettireceği bir problem diye görme dürtüsü güçlüdür. Ne var ki, manşetlere çıkan krizler aslında kökleri derinlere giden krizlerin işaretleridir” diye yazmış.
Bugün dünya sisteminde tanıklık ettiğimiz krizlerin de aslında sistemin yarattığı dengesizlikten kaynaklandığını görmek gerekiyor. Henüz bu yapısal dönüşüm döneminin nasıl sonuçlanacağı tam kestirilemiyorsa bile, ortalık yatıştığında bazı temel gerçeklerin ne olacağı üç aşağı beş yukarı belli.
Batı dünyasının son 300 yıldaki üstünlüğü kırılıyor. Yükselen yeni güçler var. Demografik unsurlar, ekonomik gücün Asya’ya kayışı gibi gelişmeler “balans ayarını” zorunlu kılıyor. Ne var ki göreli bir güç kaymasının yaşanması Batı’nın ve Batı içinde ABD’nin çöküşü, olayları etkileme gücünün sıfıra indiği anlamına gelmiyor. Çin’in ya da herhangi bir başka ülkenin kolayca alternatif bir düzen yaratacağı anlamına da gelmiyor. Yalnızca kurallar belirlenmediği için riskli bir dönemden geçtiğimize delalet ediyor.
Küreselleşmenin farklı bir şekilde yönetilmesi, jeopolitik çekişmenin geri dönmesiyle oluşan risklerin daha dikkatli yönetilmesi ve ittifak arayışlarının fazlasıyla akışkan olması nedeniyle gelişmeleri doğru okumaya özen gösterilmesi gerektiğini dayatıyor. Tarihi iyi bilmek, kendi kafasına göre tarih yazmamak gibi bir yükümlülüğü de özellikle Türkiye gibi bu yeni dönemde manevralarını çok dikkatli yapmak zorunda olan bir ülkenin gündemine taşıyor.
ALMANYA-FRANSA EKSENİ
ABD’nin bu yeni dönemde Trump gibi birisi tarafından yönetilmesi yeni düzenin etraf kırıp dökülmeden kurulmasını zorlaş- tıracak bir durum yaratıyor. Trump, yeni denge arayışında ülkesinin elinde tuttuğu avantajları kullanmayı beceremeyecek bir Başkan profiline sahip. Trump’ın seçimleri kazanmasında Amerikan toplumunun genişçe bir kesiminin yönetici seçkinlere duyduğu güvenin erimesinin yüksek bir payı vardı. Bu durumda ABD’nin dünya ile daha angaje kalmasını savunan yerleşik dış politika anlayışı da baskı altında kalıyor. Trump’ın dünyadaki tüm ülkelerin ABD’ye “kazık attığını” savunan söylemi toplumda daha enternasyonalist dış politika anlayışına verilen desteği eritecek bir etki yapıyor. Şimdilik Amerikan sistemi bu baskıya dayanıyor ve direniyor. Ne var ki geçen hafta Trump’ın aldığı tutum ABD açısından en birincil bağ olan Avrupa ilişkisini sıkıntıya soktu. Bunun sonuçları elbette Türkiye açısından da önemlidir.
AB’nin bir Almanya projesi olduğunu iddia edecek kadar tarih bilgisinden yoksun kişilerin kamuoyu oluşturduğu bu ülkede Almanya’yı 19 yüzyıldaki birleşmesi ve 2. Dünya Savaşı’ndaki eğilimleri ile değerlendirme yönelimi güçlüdür. Almanya’nın 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kıtadaki en Amerikancı ülke olduğu gerçeğini, arada yaşanan krizlere rağmen bu olgunun sabit kaldığını görmeyenler çoktur. Bundan dolayı Avrupa’cı Almanya’nın Avrupa’cı Şansölyesi Merkel’in son çıkışını, ki tekrar etmek gerekirse ABD karşıtı olmaktan çok Trump karşıtıydı, salt Alman hegemonya ihtirasının bir işareti olarak görmek yanlış, en azından çok eksik olacaktır.
Kanımca önümüzdeki dönemde Türk Dış Politikasının Berlin’i ve Almanya-Fransa ekseninin yeniden kuruluşunu doğru değerlendirmeye, gelişmeleri dar anlamıyla AB-Türkiye ilişkisi prizmasından daha geniş bir perspektifle ele alması gerekecektir.