Katar
Katar bugüne dek iyi direndi. Durumu idare etmeyi becerebilir ve üzerindeki baskıya rağmen fazla taviz vermeden kriz aşılırsa, Türkiye riskli bir tercihle doğru kararı almış sayılabilir. Ne var ki, Suudi Arabistan ve ona destek veren ülkelerin bu krizde Ankara’nın aldığı tutumu unutmaları söz konusu olmaz. İleride bir şekilde can yakacak adımlar atmaları ihtimal dahilinde.
Gerçi ne zamandır Katar’ı cezalandırmak için fırsat kollayan bu ülkelerin yaptığı hamlenin kendi bindikleri dalı kesmek anlamına geldiğini de söyleyebiliriz. Bugüne dek Arap dünyasında Mezopotamya ve Levant bölgeleri sorunlu, şiddete açık, istikrarsızlık üreten yerlerdi. Nitekim o alandaki iki büyük ülkenin, Irak ile Suriye’nin dramı sürüyor. Buna karşılık Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan dışında küçük, manevra kabiliyetleri yüksek, geleceğin ekonomik merkezi olacak Asya’ya yönelik kurumlarını ve sistemlerini oluşturmuş ülkelerdi. 21. yüzyılın dünyasında kendilerine petrol ve gaz dışında da bir yer edinmek için modern dünyayla farklı bir etkileşim içindeydiler. Bu yolda epey mesafe de katetmişlerdi.
Körfez’in istikrarı artık giderek bozulacaktır. Zaten yapıları gereği arkaik ve modern dünya ile bağdaşmayan bu rejimlerin aralarında kanlı bıçaklı olmalarının maliyeti, kaybedecekleri istikrar olacaktır. Suudi Arabistan özelinde ise, nüfusunun yüzde 70’i 30 yaşın altında olan Vehhabi Krallığın petrol fiyatlarının düşük seyrettiği bir ortamda maddi sıkıntıları artacaktır.
Çalışmaya alışmamış, buna karşılık beşikten mezara devletin eline bakmaya hevesli toplumlarını daha farklı bir yapılanmaya götürmeleri zaman alacak ve belki de başarılamayacaktır. Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın 2030 projesi çerçevesinde gerçekleştirdiği ilk reformlardan bazılarından birkaç ay içinde geri adım atılması zaten bunun bir göstergesidir.
Öte yandan, bu ülkeler Katar’a yönelik bir askerî harekât gerçekleştirir ya da bir saray darbesi neticesinde iktidar Emir ailesi içinde başka bir çizgiye geçecek olursa, bunun Türkiye açısından hayli tatsız bir gelişme sayılacağına kuşku yok. Katar’daki üs tarihe karışır, Ankara’nın Körfez’de hatırı sayılır bir güç olma hevesi de körelmiş olur.
SÜNNİ CEPHE GERÇEĞİ
Türkiye sonuçta Katar krizinde aldığı risk nedeniyle bir bedel ödemeyebilir. Belki bir kazancı da olur. Ancak bu olaydan sonra bir gerçek de iyice ortaya çıktı. Riyad’da Başkan Trump’ın ziyareti sırasında dillendirilen ve İran’a karşı etkili olacağı hesabı yapılan Sünni Cephe’nin kurulamayacağı, kurulsa bile işlevsel olamayacağı anlaşıldı. Kaldı ki Umman, Kuveyt, Ürdün (ve eğer söz hakkı olabilseydi Yemen) dörtlü çetenin aktif üyesi olmadılar.
Bu kriz dünya sistemi içindeki güç dengesinin hızla değiştiği bir döneme denk geliyor. ABD’deki yönetimin akıllara durgunluk veren bir başıbozukluk içinde hareket etmesi, tutarsızlıkları, Başkan’ın kişisel zaafları tüm belli başlı güç merkezlerinde yeni arayışların önünü açtı. Çin başlangıçtaki munis tavrından cayıp Güney Çin Denizi’ndeki askeri yığınağıyla ABD’ye meydan okuyor. Rusya, Ortadoğu’da Washington’la didişiyor.
Batı ittifakı içinde de ABD’nin yoluna uymak istemeyen Avrupa Birliği’nin belli başlı ülkeleri kendilerine yeni bir rota çizme gereğini hissediyorlar. Bu bölünme ya da anlaşmazlık Batı’nın çöktüğü, yok olduğu anlamına ise gelmiyor. Zira, her şey bir yana, yerini alacak ve alternatif sistem kuracak bir güç yok.
Türkiye gibi bir ülke açısından böyle bir konjonktür, coğrafyasını ve tarihsel olarak Batı ile kurduğu bağları gözden geçirip yeniden tanımlamak için bir fırsat sunuyor. Bu fırsatı gören veya değerlendiren bir iktidar bulunmamasına ve kamuoyu bu konuda giderek daha kuşkucu hale gelmesine rağmen. Osmanlıcılık hayalinin Türkiye’yi müthiş açmazara sürüklediği, Avrasyacılık hayalinin bundan daha farklı sonuçlar doğurmayacağı, Körfez’de aslında oynanacak pek bir rol bulunmayan bir ortamda yeni düşünceler üretmek gerekiyor. Batı ile olan ilişkiler bunun bir parçası olmak zorunda. Ama öncelikle Batı ile konuşmayı mümkün kılacak zeminin hazırlanması, dilin bulunması, tavrın geliştirilmesi gerek.