24 Temmuz
EDEBI bir zarafet ve muhayyilesine dayanarak çok güzel anlatır Nahit Sırrı Örik, “Sultan Hamid Düşerken” romanının başında ikinci Meşrutiyet’in yeniden ilanına yol açan saatleri: “Sultan Hamid elinde tutmakta devam etmiş olduğu telgrafı bir kere daha, dudaklarında acı bir tebessümle okudu. Sonra, aynı acı tebessüm dudaklarında kaldığı halde... İzzet Paşa’ya dert yandı. ‘Bazen insanın basireti ne kadar bağlanıyor!’... Sultan Hamid bu sözleri, elleri arkasında, omuzları çökük, odanın içinde gidip gelerek, gözlerini de yerden kaldırmaksızın, adeta kendi kendine hasbihal eden bir insan edasıyla söylemişti.
Sultan Abdülhamid ayağa kalktı ve şimdi tamamen değişmiş, pek vakur ve kati bir sesle, başını dikleştirerek ve omuzlarındaki çöküklüğü kabil olduğu kadar düzelterek... İzzet Paşa’ya emretti: ‘Meclis-i vükelaya giderek paşalara bildirin ki, Kanun-i Esasi’yi bidayet-i cülusumda ben kabul ve ilan ettim... Miletin seviyesinde bugün hasıl olmuş terakki ve inkişaf mezkur kanunun yeniden tatbikini mümkün kılıyor... Kanun-i Esasi’nin mer’iyet mevkiine yeniden girdiği en münasip şekilde ilan edilsin... Yalnız kalınca İkinci Abdülhamid nefsini birden pek yorgun, adeta kımıldamayacak kadar yorgun hissetti. Başını bir an arkasına dayayarak ve gözlerini kapayarak bu feci yorgunluğu gidermeye çalıştı.”
Tarih 23 Temmuz 1908’di ve 33 yıllık saltanatın sonunda sultan meşruti yönetime dönecek, bir yıla kalmadan devrilecek, daha sonra o zamanların hürriyet savunucuları İttihatçılar imparatorluğu batıracaklar, sultan son günlerinde buna tanıklık etmenin acısını da yaşayacaktı.
24 Temmuz günü ise sultanın müthiş sansür aygıtı işsiz kalacak, sansür kaldırılacak, ahali hürriyet günlerinin başladığına inanacak ve geleceğe büyük bir umutla bakacaktı. Daha sonraki onyıllarda da tekrarlanacağı üzere, yöneticilerin hürriyetperverliği kısa sürecekti. 31 Mart vakası, Balkan Savaşları faciası, Bâb-ı Âli baskını ile birlikte İttihatçılar ülkeye hâkim olacaklar, imparatorluğu büyük savaşa sokacaklardı.
Cumhuriyet döneminde de o zamanki adıyla “matbuat” ancak ara ara hür olacaktı ama çok partili hayata geçilen yıllarda hürriyet hayalleri bir kez daha yeşermişken Gazeteciler Cemiyeti basında sansürün kaldırıldığı bu günü “Basın Bayramı” ilan edecekti.
24 Temmuz, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş vesikası sayılacak Lozan Barış Antlaşması’nın da imzalandığı tarihtir. Batan imparatorluğa dayatılan Sevr İstiklal Savaşı nedeniyle uygulanamamış, Paris barış antlaşmalarının tek uygulanmayan antlaşması olmuştur. İmparatorluğun kalan toprakları üzerinde bir yeni devlet kurma imkânı elde edilmiştir.
Lozan’ı beğenmeyen, şikâyetçi olan, anlamsızca hezimet diye görüp aslında kadirbilmezlik edenlerin varlığı belki şaşırtıcı sayılmaz. Ama kendilerini kuruculara bağlı hissedenlerin bile Lozan’ın “Şu gizli maddesi”, “Bu örtülü maddesi” diye diye Cumhuriyet’i kan ve ateş pahasına kuranların kendi kurdukları devleti bir şekilde ortadan kaldıracak, çıkarlarını satacak şartlara imza koyduklarını düşünmeleri, ancak garip bir psikolojinin ürünü olabilir.
Lozan hakkaniyetle uygulanmamıştır. Kurulan modern devlet kendisini kurucu koşullarının ötesine taşıyacak zihinsel reformu gerçekleştirmemiştir. Her seferinde hürriyet veya daha ileri modernleşme hamleleri atıl kalmıştır.
Bu iki yıldönümünün yanı sıra bu yıl 24 Temmuz, bazı Cumhuriyet Gazetesi çalışanları hakkında delilsiz iddianameyle açılan davanın ilk duruşmasının da tarihi. Bu dava, belki diğer pek çok davadan daha fazla öne çıkacak şekilde Türkiye’de yargının işleyişinin, basın hürriyetinin varlığının/ yokluğunun ve adalet mevhumunun diriliğinin/yok oluşunun denek taşı gibi. Davanın seyri, yalnızca bu ülkenin yurttaşları açısından önem taşımıyor. Dünya kamuoyu da bu konularda Türkiye’nin hangi ligde olduğuna önemli ölçüde bu dava üzerinden bakacaktır.
Adalet liginde olunduğuna dünya ikna edilemezse de 15 Temmuz ile ilgili anlatılan hemen hiçbir şeyin dışarıda istediğimiz yankıyı bulması, kabul edilmesi korkarım mümkün olmayacaktır.