ABD'nin sorunu
DÜNYADA son yapılan kamuoyu yoklamalarına göre ABD’nin imajı hızlı bir düşüşte. Buna karşılık Çin’in imajı yükselişte. Bunun önemli sebeplerinden biri, Çin’in özellikle azgelişmiş ülkelerde, hele de Afrika ülkelerinde muazzam yatırımlar yapması. Geçen sene Ortadoğu’da da en yüksek yatırımı Çinliler yapmış. Bu durumda Çin vatandaşları da kendi ülkeleriyle giderek daha fazla gurur duyuyor, ABD’ye olan hayranlıkları azalıyor. Böylelikle otoriter kapitalizm hem içeride hem dışarıda artan ölçüde prestij kazanıyor. Ancak her şeye rağmen Çin henüz dünyanın lideri diye görülecek bir noktaya gelmiş değil. Henüz böyle bir konumda olmayı istediği de söylenemez.
Bu nedenle dünya kızsa da köpürse de ABD’ye bakmaya devam ediyor. Oraya bakınca da şaşkınlıktan ağzı açık kalmamak, olan biteni anlamlandırmaya kalkışırken bazen çaresizlik içinde kıvranmamak zor. Sonuçta, nesnel ölçülerle değil ABD, oturaklı herhangi bir ülkeyi yönetme ehliyeti olduğu kuşkulu birisi tüm kurumları ve kuralları hiçe sayarak hareket ediyor.
Kendi atadığı Adalet Bakanı’na Twitter’dan ve basın toplantılarında saldırıyor, Rusya ile ilişkilerindeki karanlık nedeniyle bunları soruşturmak için atanan özel yetkili savcı Robert Müller mesafe kat ettikçe telaşı artıyor. Bir sonraki aşamada herkesi kovması ve sıkı bir anayasal krizi tetiklemesi ihtimali hayli yüksek.
İçeride ise dişe dokunur herhangi bir yasal başarısı yok. Israr ve inatla, Obama döneminden kalan sağlık sigortası sistemini lağvetmeye, onu beceremezse sistemi işlemez hale getirmeye çalışıyor. Üstelik bu yasanın devreden çıkmasından en fazla zarar görecek olanlar da onu en yürekten destekleyen, Trump’ın genel anlamdaki desteği hızla düşerken sadakatle ona bağlılığını sürdüren kitle.
Belli ki bu kitlenin, Trump döneminde anayasal sistemin sürekli ihlal edilmesinden, hanedanlık benzeri bir yönetim yapısı kurulmasından, Rusya ile netameli ilişkilere seçim kampanyası sırasında girilmiş olmasından çok da şikâyeti yok. Daha doğrusu gündelik hayat gailesi içinde bu konular veya dış politikanın sürekli alarm sinyali vermesi, hatta ABD’nin dünyadaki imajının kötülemesi bu insanlar açısından pek önem taşımıyor.
NASIL SEÇİLDİ?
Bu manzara karşısında dövünmenin anlamı yok. Amerikan seçmeni bir tercih yaptı. Hem kendileri hem de dünya bunun sonucuyla yaşayacak. Bu durumda nasıl olup da dünyanın, anayasaya fetiş düzeyinde bağlı, en köklü kurumlara sahip demokrasisinde böyle birisi seçilebildi sorusu hâlâ cevabını bekliyor. Giderek netleşen bir cevap var. Trump, küreselleşme döneminde giderek sertleşen, bu dönem ayak uyduran ve ona uygun kendi değerlerini üreten orta sınıflarla, küresel kapitalizmin mantığı gereği okkanın altına gidenler arasındaki sınıfsal ve ona bağlı kültürel kavganın sonucu olarak seçildi.
Daha 1994 yılında, yani küreselleşme methiyelerinin zirvede olduğu, herkesin barış-kimliklere özgürlük-kardeşlik-demokrasi şarkıları söylediği dönemde “Faşizm geleceğin yönüdür” başlıklı bir makalesi yayınlanan Edward Lutwak, Trump hakkında bir yazı yazmış. London Review of Books Dergisi’nde yayınlanan, dehşet uyandıran “Why the Trump Dynasty Will Last Sixteen Years (Trump Hanedanı Neden 16 Yıl Sürecek) başlıklı yazısında Demokrat Parti’nin sosyalist aday adayı Sanders’in seçimi kazanabileceğini de savunan Luttwak ilginç bir endeksten yola çıkıyor.
Hillary Clinton’ın tamamen kimlik üzerinden ve orta üst sınıfların talep ve hassasiyetlerine göre şekillenmiş 1.4 milyar dolarlık kampanyasının (Trump toplam 948 milyon dolar harcamış) sıradan Amerikalının kaygılarına tamamen sağır olduğunu yazıyor. Buradaki en önemli göstergesi ise www.thecarconnection.com sitesinde 2016 Haziran’ında yayınlanan “araba satın alma gücü” istatistikleri.
Binek araçlarına son derece bağımlı Amerikan toplumunda bu istatistikler, bir seçimin kaderini etkileyebildiği gibi orta sınıflar ve onların hassasiyetleriyle genel kitlenin kaygıları arasındaki uçuruma da işaret ediyor.