Güzde siyaset arenası
EYLÜLÜN ilk günü bugün. Bayramın da. Böyle bir günde siyaset üzerine yazmaya kalkmak çok da anlamlı gelmiyor. Kaldı ki olayların akışındaki yeni bir gelişme dışında Türkiye’nin içinde de dünyada da sıkıntılı bir bekleyiş, ortaya çıkacak yeni düzen her neye benzeyecekse bir an önce olup bitsin sabırsızlığı ve herhangi bir gelecek planına sahip olmamanın tedirginliği var. Hemen tüm ülkeler ve siyasi hareketler geçmişin gölgeleriyle hesaplaşıyorlar, geleceği de bir geçmiş tahayyülüne yaslamaya çalışıyorlar.
Şu sıralarda uluslararası ilişkiler alanında neredeyse gözyaşları arasında yapılan tartışmalarda gündeme gelen “liberal dünya düzeni”ni güzellemeler yaparak muhafaza etme çabalarına bence böyle bakmak gerekiyor. Yaslandığı hayat felsefesi, bağlı olduğunu savunduğu değerler, insanlık tarihinden süzülüp gelerek şekillenmiş insana dair bazı temel ilkelere yaptığı vurgu nedeniyle liberal dünya düzeninin savunulacak çok yanı var. Ancak bu düzenin liberalliğinin ne kadar sahici olduğu, güç ve çıkar söz konusu olduğunda ilke ve değerlerin ne ölçüde bir kenara atılabildiğinin tartışılması, o liberal düzenin kurulabilmesi için çekilen acıların, ödenen bedellerin ve yaşanan sıkıntıların da bir muhasebesini yapmak gerekir.
Çarpıcı olan, o düzenin bugün kendisini yerleştiren ve kurumlaştıran ülkenin Başkan’ı tarafından altüst ediliyor, hırpalanıyor, en temel, sarsılmaz görünen kurallarının ihlal edilebiliyor olması.
Uluslararası sistemdeki bu düzen içinde ABD’nin kendisine biçtiği rol ancak alternatif bir modelin, Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği sosyalizmin varlığı ve askeri gücü nedeniyle anlam kazanıyordu. ABD gibi bir ülkede bile refah devleti uygulamalarının yaygınlaşması, gelirin daha eşitlikçi dağılımı, fırsat eşitliğinin sağlanması gayretleri hep uluslararası sistemdeki rekabet nedeniyle mümkün olabiliyordu. Sermaye kesimi kendisini dizginleyen devlet uygulamalarına karşı çıkamıyordu.
Piyasacı ideolojinin egemenliği Soğuk Savaş sonrasında pekişince aslında liberal dünya düzeninin korunması için gerekli iç mutabakat yıkılmaya başladı. Bu mutabakat, çalışan kesimlerin üretilen değerden yüksek pay almasını içeriyordu. O dönem gerek sermayenin “Rabbena hep bana” anlayışı gerekse teknolojik patlamanın emek üzerindeki yıkıcı etkisiyle bitti. Gelişmiş ülkelerde bugün tanık olunan toplumsal isyan buna yöneliktir.
O nedenle liberal dünya düzeni için ah-u vah içinde gözyaşı dökmeden önce o sistemin meşruiyetini sağlayacak koşulların, içerideki düzenlemeleri daha adil kılmaktan geçtiğini kabul etmek gerekecekti.
Şu sıralarda yapılan tartışmalarda hep solun çökmesinden bahsediliyor. “Aşırı sağ, ırkçılar hep solun bıraktığı boşluktan yararlanıyor” deniyor. Bu böyle olabilir. O zaman solun, neden okkanın altına giren kitleye daha ikna edici bir siyasi tasavvur sunamadığının, kaybedenleri niye kendi safında örgütleyemediğinin sebeplerine bakılması gerekir. Ancak sanıyorum ki yıkılan ya da zayıflayan soldan ibaret de değil. Muhafazakârlık da zayıflıyor. Onun yarattığı boşluk solunkinden daha az vahim sayılmaz.
Belki de önümüzdeki dönemde bu konunun da daha fazla işlenmesi gerekecek. Zira “yıkıcı yaratıcılık” denen olgunun en azından toplumların dirliği açısından, yıktıklarının yarattıklarından daha fazla olduğu ortaya çıktı. Bu durumda neyin korunacağı, bir şeyler korunurken geleceğe nasıl geçiş yapılacağı meselesini derinlemesine ele almadan bugünkü toplumsal/siyasal krizi aşmak da mümkün olmayacaktır. Sanılanın aksine bence bu yalnızca solun değil muhafazakârların da meselesidir.
Ama bu muhafazakârlık Türkiye’deki gibi din, gelenek, aile, erkek baskısını pekiştirmekten başka hiçbir parametresi olmayan ve bu arada çevreyi, toplumsal dokuyu, etik çerçeveyi ve beşeri ahlakı yıkan cinsten bir muhafazakârlık değildir. Daha derin bir iştir ve üzerinde en az sol kadar düşünmeyi gerektirir.
Okurların Kurban Bayramı’nı kutlarım.