Kürt referandumu
ŞU günlerde Ankara’nın herhangi bir konuda bugün durduğu yerde ne kadar süreyle kalacağı, iç politikadan en az şekilde etkilenerek belli bir mantık içinde dış politika üretmeyi, stratejisini kurmayı ve buna uygun adımlar atabilmeyi becerip beceremeyeceğini tahmin etmek güç.
Bundan daha vahimi, kendine göre zaafları ve güçlü yönleriyle belli bir ekol sayılan Türk diplomasi geleneğinin tecrübelerinin bir kenara atılması. Bunun sonucunda, önündeki tüm sorunları sert dille, hatta tehditle yönetmek ve bunu çözmeye tercih ederek yaklaşmaktan ne zaman vazgeçeceği de belli değil. Bu tutum Türkiye’yi giderek daha irrasyonel bir devlet olarak göstermekle kalmıyor, tehditlerin ardından pek de etkileyici şeyler yapılamaması, denenen siyasetlerin Suriye örneğindeki gibi başarısızlıkla sonuçlanması da ülkenin ciddiyetinin sorgulanmasına yol açıyor.
Son olarak Irak Kürdistan’ında yapılan referandum hakkında izlenen, açıkçası tutarsız bir görüntü veren ve hükümeti de bölmüş gibi gözüken çizgide benzer bir duruma düşüldü. Bugün ülkeye egemen olan milliyetçi görüşün etkisiyle Kürtlerin neredeyse varlığını reddedecek noktaya gelindiğinden, yakın zamana kadar son derece sıcak ilişkiler içinde olunan Kürdistan Bölgesel Yönetimi şeytanlaştırıldı. Ki, bu yönetimin giderek Bağdat’tan daha özerk olmasında, kendi petrolünü merkezi yönetimden izin almadan dünya piyasalarına göndermesinde Türkiye’nin politika tercihlerinin payı yüksekti.
Referandum sürecinde kullanılan dille, bu ülkenin Kürt vatandaşları da rencide edilmiş olabilir. Üstelik, sert milliyetçiler ne derlerse desinler Irak içinde Türkiye’nin en yakın ve anlamlı müttefiki de KBY, daha doğrusu Mesut Barzani’nin partisi ve şahsiyeti idi. Düne kadar Türkiye ile hemen her konuda ters düşen Irak Başbakanı İbadi’nin sertliği anlaşılabilir. Yakında seçimi var ve ensesinde Irak’ı bir Şii militan devletine döndüren eski Başbakan Maliki’nin nefesini hissediyor. Türkiye’nin çıkarı gerçekten de Irak’ın iç politikasının taraflarından bir olmaktan mı geçiyor?
Mesud Barzani’nin referandum kararı belli bir noktadan sonra onun da iradesini aştı. Irak adlı devlete dahil edildiklerinden beri Bağdat’a bağlı olarak yaşamak istemediklerini isyanlarla gündeme getiren bölge Kürtleri ezici çoğunlukla bağımsızlık kararı aldı. Bu referandumun zamanlaması İsrail dışında hemen tüm ülkelerce sorgulandı. Akıllıca bir iş olmadığı söylendi. Hemen tüm büyük devletler referandumu engellemeye çalıştı. KBY’nin kendisine bu kadar husumetle yaklaşan komşular nedeniyle işinin çok zor olacağı vurgulandı. Ancak referandum akabinde İran dahil olmak üzere hiçbir devlet Ankara’nın benimsediği şedit dili, cezalandırma ölçüsünü paylaşmadı.
Konuyla ilgili en ilginç yazılardan birini yazan Galip Dalay, şu soruları gündeme getiriyor: “Türkiye’nin merkezi hükümetin pozisyonunu bu denli katı bir şekilde savunması veya Kürtlerin bağımsızlık referandumunun en sert karşıtı haline gelmesi bizim hangi çıkarımıza hizmet ediyor? Mesela bu siyasetle Sünni marjinalleşmesinin önüne mi geçiyoruz? Irak devletinin mezhepçi karakterini mi yumuşatıyoruz? İran’ın Irak üzerindeki etkisini mi dengeliyoruz? Yoksa Türkmenlerin maruz kaldıkları haksızlıkları mı gideriyoruz?..” Bu soruların hiçbirine olumlu cevap vermek mümkün değil.
Bu noktada olayın insani, etik boyutlarının ötesinde tercih edilen yaklaşımın Türkiye’nin dış politikadaki hedeflerine ya da çıkarlarına ne ölçüde hizmet ettiğini de sorgulamak gerekir. Cezalandırmayla pek bir şey elde edilmesi mümkün değil. Gelecekte, KBY ile Bağdat arasında müzakereler başladığında Ankara’nın da söyleyebilecek sözü olabilmesi için hafiften frene basması ve yapıcı bir proje üretilmesi gerekir. Bunun önşartı da Sadabat Paktı yıllarında olmadığımızı hatırlamak, bugünün gerçeklerine göre siyaset üretmeye çalışmak ve dış politikayı derin bir iç politika ipoteğinden kurtarmaktır.