Cumhuriyet
BUGÜN Cumhuriyet Bayramı. En kısa tanımıyla batan ya da batırılmış bir imparatorluktan, askeri ve diplomatik zekâ göstererek bir yeni devlet yaratmayı başaranların, kurdukları yeni rejimi dünyaya tanıttıkları günün yıldönümü. Cumhuriyet’in o gün ve bugün ne anlama geldiğini yarın işlemeye çalışacağım. Cumhuriyet’in ilan edilebilmesi 1. Dünya Savaşı’nın ardından yenilmiş devletlerle imzalanan anlaşmalardan Osmanlı İmparatorluğu’nun payına düşen Sevr Antlaşması’nın yürürlüğe girememesi sayesinde mümkün olmuştu.
Daha doğru tabiriyle, Paris Barış Konferansı’nın ardından dayatılan ve yenilen devletlere ağır şartlar dayatan antlaşmalardan birisi olan Sevr, başarılı bir Kurtuluş Savaşı nedeniyle uygulanamamıştı. Sultanlığı ilga eden Meclis Hükümeti’nin imzaladığı Lozan Antlaşması yeni devletin doğum belgesiydi. Cumhuriyet’in ilanıyla, bağımsız olduğu kadar egemen olmayı da başarabilecek bu yeni devletin rejiminin adı da konmuştu. Geriye kalan yeni rejimin niteliklerinin belirlenmesi aşamasıydı.
Dünkü “Gerçek Bir Mağlubiyet” başlıklı yazısında Taha Akyol’un da altını çizdiği gibi, Kütahya-Eskişehir’de kaybedilen bir muharebede ricat etmeyi bilecek kadar akıl işletebilenler topu topu iki ay sonra Sakarya’da Yunan ordusunu yenmeyi başarabilmişlerdi.
Enver’in cahil hayalciliğini paylaşmayan kurucu ekip, elindeki kaynakları, yapabileceklerinin sınırını, kapasitesinin elverdiği hedefleri doğru saptayabildiği için başarılı olabilmişti. Tam da bu nedenle belki de onlara en az uygun düşecek sıfat “çılgın” olabilirdi. Tersine zayıf anlarında Bolşeviklerle hayli samimi bir flört yapmayı, Fransızlarla ayrı barış imzalamayı akılcılıklarıyla başarmışlardı. Irak’ı icat eden ve petrol kaynaklarını kontrol eden İngilizleri Meclis hükümeti yönetimindeki toprakların Bolşeviklerin Rusya’yı yönettiği bir dünyada ne denli üstün bir jeopolitik değer taşıyabileceğine ikna etmişler, Yunanlıların yalnız kalmasını sağlamışlardı.
Sonunda da yalnız savaşı kazanmakla kalmamışlar, imparatorluğun yerine modern bir devlet kurma hakkını da elde etmişlerdi. Üstelik bu hakkı elde eden toplumsal koalisyona ve mücadeleye katılanlar, tıpkı Çanakkale’de ve Cihan Harbi’nin başka cephelerinde olduğu gibi yalnızca Müslüman Türklerden ibaret de değildi. Kürtler, Ermeniler, Yahudiler ya da demiryolu işçisi Anadolu Rumları da bu mücadeleye kendi çaplarında katkıda bulunmuşlardı. Bu çok kısa özet bile aslında Cumhuriyet’in bugünkü kuşaklarının içinde debelendikleri korkuların ve kendi kurucularının niyetlerinden duydukları şüphelerin haksızlığını gösterir.
Nesiller boyu dayatılan Sevr korkusunun tarihsel bir dayanağı yoktur. Sonuçta, en zayıf ve başkentinin işgal altında olduğu bir zaman diliminde, çok zor koşullarda, milliyetçi bir direniş hareketi Sevr’in uygulanmamasını sağlamıştı. Üstelik bunu beceren yegâne Cihan Harbi mağlubu devlet ya da toplum buydu. Dolayısıyla bugünün katbekat güçlü ülkesinde sürekli Sevr vehimleriyle toplumun mesnetsiz korkularını üretmek ve kaşımak aslında yalnızca bir tahakküm stratejisidir. Devlet ve toplumu dış dünyayla rasyonel olmayan, vehim dolu ve akılcılığı reddeden, dolayısıyla da ülkenin ve toplumun yüksek çıkarlarına zarar veren bir ilişki tarzına zorlamaktadır.
Daha da kötüsü en Cumhuriyetçi kişilerin bile Lozan’ın “gizli” maddeleri safsatasıyla, toplam on bir yıl savaşmış, son üç yıllarını Padişah’ın ölüm fermanını boyunlarında taşıyarak yaşamış asker ve sivillerin kendi kurdukları devletin çözülmesini, devletin doğum belgesine yazabileceklerine inanabilmeleridir. Buradaki sağlıksız psikoloji belki de halen toplumun yaşamakta olduğu ruhsal savrulmanın anlaşılması için anahtar niteliğindedir.
Bugün Cumhuriyet’in keyfini çıkarma günüdür. Kutlu olsun.