Hariri'nin 'misafirliği'
“GEÇMİŞ zaman olur ki hayali cihan değer” diyeceğimiz günlerdeyiz gerçekten. Bundan 10yıl önce, Lübnan’ın süregiden cumhurbaşkanlığı krizinde Katar ve Türkiye devreye girmişti. Sonuçta General Mişel Süleyman başkan seçilmiş, kriz atlatılmıştı.
Köprülerin altından çok su aktı. Bir sonraki cumhurbaşkanlığı krizinde, İran ile Suudi Arabistan, başkanlığa Hizbullah’ın müttefiki gene emekli general olan Mişel Aun’un gelmesine karşılık, Suudların adamı diye bilinen Saad Hariri’nin başbakanlığa gelmesi üzerinde anlaşmaya vardı.
Şimdi ise Suudlar, iyi kötü işleyen bu denge oyununu bozmaya karar verdi. “Adamları” Hariri’nin İran dini lideri Ali Hamaney’in danışmanı Velayeti ile yaptığı görüşmeyi “Olumlu” diye tanımlamasına da sinirlenip Hariri’yi alelacele Riyad’a çağırdılar ve dünyanın ilk ikinci ülkeden gerçekleştirilen darbesinin mimarı oldular.
Saad Hariri, alı al moru mor halde, eline tutuşturulan ve içinde İran’ın bölgeye uzanan ellerini “kesme” sözü verdiği bir metni okuyarak istifa etti ve ülkesine dönemedi. Uzatılmış “misafirliğinin” anlaşılabilir bir nedeni de yoktu. Geçmişin aksine bu kez devreye Suriye ve Lübnan’ın eski sömürgecisi Fransa girdi. Gerçekten şimşek gibi bir inisiyatifle Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Suudları Hariri’nin Fransa’ya gitmesi için ikna etmişe benziyor. Türkiye ve Katar’ın şu sıralarda eski imajlarının da etkilerinin de yerinde yeller esiyor tabii.
Suudlar kuşkusuz Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisini kırmak istiyor ancak İsrail 2006’dakinden daha ağır bir saldırı gerçekleştirmediği takdirde böyle bir sonuç imkânsız gibi. İsrail’in de Hizbullah bir provokasyonda bulunmadan böyle bir işe kalkışıp kalkışmayacağı belli değil.
Asıl hedef ise hiç kuşkusuz ABD’nin 2003 yılındaki akılsız Irak Savaşı’ndan beri sürekli güç kazanan İran’ı, Suriye savaşı ana hatlarıyla sona ererken sıkıştırmak. Bu yolda dış politikada hayli maceracı bir tavra sahip olan, Yemen’i pesperişan etmesine rağmen sonuç alamayan genç prens, İran ile bir çatışmayı çok arzuluyor. Riyad, Suriye savaşının bitmesinden sonra Tahran’ın hegemonik bir güce sahip olmasına, şu sıralardaki yakın gayriresmi müttefiki Tel Aviv gibi hiç de hoş bakmıyor.
Bu durumda ABD’yi de kendi yanında İran ile yapılacak doğrudan ya da dolaylı bir savaşın parçası yapmak istiyor. İster istemez eski ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in “Suudlar İran’la, son Amerikalı asker son nefesini verene kadar savaşmak istiyorlar” tespiti hatırlanıyor. İran’ın nükleer programıyla ilgili anlaşmadan hazzetmeyen ancak ABD’yi anlaşmadan çekmeyen, buna karşılık da İran ile bir hesaplaşma için çok hevesli gözüken Başkan Trump’ı ikna edebileceklerine de inanıyor olsalar gerek.
Halbuki Obama döneminde ABD Ortadoğu’daki beyhude savaşlarda artık yer almak istemediğini açık etmişti. 2016’nın mart ayında Atlantic Monthly Dergisi’nde çıkan mülakatında Obama, bir ABD Başkanı için hayli radikal sayılabilecek bazı sözler sarf ederek ülkesinin bölgede eski parametrelerle hareket etmek niyeti kalmadığını belli etmişti. Kısıtlı kaynaklar, Latin Amerika’ya ve öncelikli olarak da Asya’ya yönlendirilecekti.
Bu bağlamda Suudlara neden bu kadar destek verildiğini sorgulamış, İran’ın güçlenmesine Körfez ülkelerinin alışması gerektiğini söylemişti. İsrail hükümetiyle ilişkileri de bir hayli gergindi.
Trump döneminde, bu yaklaşım Suriye bağlamında tam terk edilmediyse bile, İran’a çok hasmane davranan Suudi Arabistan’a ve İsrail’e açık çek veren bir yaklaşım benimsendi. Saad Hariri’nin istifaya zorlanması, Hizbullah’ın üzerine gidilmesi, daha önce de başkalarının savaşının alanı yapılmış ve bunun ağır bedelini ödemiş Lübnan açısından son derece tehlikeli bir durum ortaya çıkardı.
Macron döneminde giderek uluslararası alanda profil yükselten Fransa’nın bu krizin savaşa yol açmadan aşılmasını sağlayacak ağırlığa sahip olup olmadığını da zaman içinde anlayacağız.