Viyana'nın öncesi sonrası
AVUSTURYA’da güya merkez sağ sayılan partiyle aşırı sağcı-ırkçı parti koalisyon hükümeti kurdu. Hükümet programı, Türkiye ile AB üyelik müzakerelerinin kesilmesini ve bu hedefe ulaşmak için de müttefikler aranmasını istiyormuş.
AB Bakanı Ömer Çelik, Avusturya’nın 19. yüzyıl sonundaki belediye başkanının ideolojisi ve 1930’lardaki faşist siyaset ortamından güçlü esintiler taşıyan sözlerine güzel bir yanıt vermiş: “Bu yaklaşımlar, AB değerlerini bir formalite ve Avrupa içi güç oyununun parçası haline getirme çabasını gösteriyor. AB istikrarlı bir düzeni temsil etmektedir. Bu düzenin korunması ancak siyasi değerlerin korunmasıyla mümkündür. Değerler aşınırsa bu istikrar korunamaz.”
Bakan Çelik, öfkeli itirazında son derece haklı. Ancak bu itirazın, nefret söyleminin ve Batı düşmanlığının siyasi sermaye için biteviye kullanıldığı, demokratik değerlerin özgürlükler, bireysel haklar, hukukun üstünlüğü gibi kriterlerinin pek de tedavülde olmadığı bir ülkeden gelmesinin, etkiyi azaltmadığını söylemek de mümkün değil. Avusturya üzerinden AB’nin geleceğini ve Türkiye-AB ilişkilerini daha çok tartışacağız. Bugün farklı bir konu üzerinden Viyana’dan bahsetmek istiyorum.
Viyana, Nazilerin işgaline kadar başarılı bir özyönetim modeline sahip olduğu için “Kızıl Viyana” diye bilinen bir kentti. Şehir, Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra 16 yıl süreyle işçi sınıfı tarafından desteklenen sosyalist bir belediyeye sahipti. Robert Kuttner’in New York Review of Books Dergisi’ndeki “Kızıl Viyanalı Adam” yazısında anlattığı gibi, “Gaz, su ve elektrik, zenginlerin evdeki çalışanlar için de ödedikleri vergileriyle finanse edilen işçi evlerini yapan kent yönetimi tarafından sağlanıyordu. Anne-babalara aile yardımı yapılıyor, sendikalar için de yerel yönetim işsizlik sigortası bulunuyordu”.
Kuttner’in yazısındaki adam, 20. yüzyılın en önemli iktisat tarihçilerinden ve kapitalizmin yarattığı dönüşümün tarihsel açıdan nasıl farklı bir toplumsal yapılanma ve zihniyete yol açtığını gösteren Karl Polanyi idi. Nazilerden kaçarak önce Londra, ardından New York’a gitmişti. 1944’te ABD’de (benim de mezun olduğum okulda ders verirken), o zamanlar yerden yere vurulan, hemen hemen hiç satmayan ancak kendi alanının en kalıcı eserlerinden olan “Büyük Dönüşüm” (The Great Transformation) adlı kitabını yazmıştı.
Polanyi’nin muhteşem eserini Türkçe’ye, eşi Osman Kavala kargaların bile gülmeye utandığı gerekçelerle zindanda tutulan, Polanyi hakkında bir de kitap yazan Prof. Ayşe Buğra kazandırmıştı. Polanyi’nin düşüncesinin temel yaklaşımı, ekonominin ancak sosyal yapının içinde yerleşik bir katman olması gerektiğiydi. Piyasalar tarihsel açıdan bir ekonominin işleyişinde kullanılan araçlardan ya da yöntemlerden yalnızca biriydi.
Piyasanın işlevini bunun ötesine taşıyıp “kendini denetleyen bir piyasa sistemi” kurmak ve ekonomiyi toplumsal ilişkilerin dışına taşıyıp bunun doğal bir düzen olduğunu savunarak piyasayı belirleyici hale getirmek, 19. yüzyılın tasavvuruydu. Halbuki Polanyi’nin gösterdiği gibi, “Piyasa toplumu ancak devletin mülkiyet haklarını, emeğin koşullarını, ticaret ve finansı tanımlayan müdahaleleriyle mümkün olabilmişti”; “Laissez-faire, planlanmış bir projeydi”.
Polanyi’nin bu tespitlerini tamamlayan görüşü, denetlenmeyen ve kendini tamamen piyasaların dinamiğine teslim eden bir kapitalizmin derin eşitsizliklere, özellikle çalışanlar açısından güvensiz/ korumasız bir ortama yol açacağı, bunun da demokrasilerin altını oyacağıydı. İki savaş arasındaki dönemde tanık olunan felaket nedeniyle 2’nci savaşın ardından sosyal demokrat bir anlayış ekonomi yönetimlerine hâkim olmuş, eşitsizlikler azalmış, güven duygusu demokrasileri güçlendirmişti.
Bugün ise saf piyasacılık yaklaşımı eşitsizliklerin ve güvensizliğin artmasına, demokrasilerin meşruiyetinin erimesine ve giderek yaygınlaşan otoriter, dışlayıcı, ırkçı popülizmlerin güçlenmesine yol açıyor.
Ayşe Buğra’yı ve Polanyi’yi yeniden okumak için ideal ortam.