İstanbul, T-cetveli, rakı, bir aktör ve bir mimar
DÜN, yaşı erenlerin çoğunun hayatına bir şekilde damgasını vurmuş, unutulmaz karakterleri canlandırmış, beşeri zaafları, hercailiği en az sanatı kadar kişiliğini tanımlamış Münir Özkul’u uğurladık. İsmail Dümbüllü’nün meşhur “kavuk”u Münir Özkul’a emanet ettiği günden bugüne onların İstanbul’u, genelde Türkiye çok değişti, kabuk değiştirdi. İmparatorlukları kadar, azınlıklarını ve onlardan kaynaklanan kültürel çoğulculuğu kaybettiği için de ince bir hüzünle yaşayan kent kendisini bambaşka bir enerjiye teslim etmek zorunda kaldı.
Büyük Haldun Taner’in, hani sonundaki “Perde” diye biten muhteşem replik Münir Özkul’un sesinden (https://www. youtube.com/watch?v=mbKkjPNnVHQ) meraklısının aklına kazınan Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’nın yazarının, TRT’de tatlı tatlı anlattığı Direklerarası hikâyeleri de artık pek kimsenin anlam dünyasına dokunamıyor. Bunda şaşılacak bir durum yok aslında ama geçmişle bağın bu denli keskince, hatta hunharca kesilmesinin bir yara açmaması da mümkün değildi.
Özkul’un, daha da çok onun canlandırdığı karakterlerin ardından böylesine müthiş bir sevgi patlaması yaşanması, herhalde kaybedilen şehir kadar, kaybedilen şehirli değerlere duyulan hasretten de kaynaklanıyordu.
Bugünse, kendisinin de sık sık hatırlattığı gibi Cumhuriyet’ten önce İstanbul’da doğmuş, bu şehrin son 96 yıllık tarihinin canlı tanığı bir mimara, nüktedan bir yazara, rakı sofrası adabı üzerinden bir şehirli kültürünü yeni nesillerle paylaşmış Aydın Boysan’a veda edeceğiz. Onun ardından yazılanlara baktığımda keşke böylesine sevgi seli yaratan insanların hiç değilse bir bölümü, sevgili eşi Suzan Hanım’ın cenazesine gelmiş olsalardı, kendisi de son dualarını, tenha bir kabristanda sandalye üzerinde tek başına oturarak etmeseydi diye geçirdim aklımdan.
Dün, tüm internet beceriksizliğimle, 10 yıl yazdığı Hürriyet ve 3 yıl yazdığı Akşam gazetelerindeki yazılarına bakmak istedim. İki gazete de eski yazarlarının sütunlarından bir seçki yapmayı, bunlara hiç değilse internet üzerinden bir bağlantı sağlamayı akıl edememişti. Arkasından yazılan “Aydın Boysan kimdi?” yazılarının hepsi, Vikipedia’daki satır başlarından ibaretti. Gerçi bireylerin söyleyecekleri ya da yazdıkları çok şey elbette vardı. Eski söyleşilerin bir kısmı dolaşıma girmiş, sosyal medya patlamıştı.
Hemen tüm ilginç, çalışkan ve mesleğine âşık insanlar gibi Aydın Bey de zor biriydi. Standartları yüksekti. Kolay beğenir biri de değildi. Titizliğini evinin balkonunda yarattığı bahçeden bilebilirdiniz. O çiçeklerle yaşadığı bağ, onlara gösterdiği itina görülmeye değerdi. Mesleğini bir sanat olarak kabul etmiş, doğduğu şehrin tarihiyle hemhal olmuş, bildiği yerlerin, kentin belleğinin yıkılmasını, kültürünün yerine bir şey konulmadan yok edilmesini teessürle izlemişti. Yoksa kitaplarından birinin başlığı “Nereye Gitti İstanbul?” olur muydu? 63 yaşından sonra kitap yazmaya başlamış, 40’ı tamamlamıştı. Oğlu, ev arkadaşım Burak Boysan ile yazdıkları “İki Nesil Bir Şehir”i okumadan İstanbul’un yakın tarihinin dramını da enerjisini de anlayabilir misiniz?
Aydın Bey’in bir mimar olarak değerini benim ölçmem mümkün değil. Ancak bu meslek üzerinde çok düşündüğünü, okuduğunu, yenilikleri takip etmeye çalıştığını biliyorum. Mimarlık onun için rakıyı düzgün içmek, keyifle içmek, adabına uygun içmekten bile daha önemliydi sanırım. Göz ağrısı İstanbul gibi. Ama rakı ya da genel olarak içkiyi adabıyla içmeyi bilmiyorsanız da onun sofrasına ikinci kez oturamazdınız haliyle.
Şunu söylemiş fotoğraf sanatçısı Can Talu’ya, ona veda ederken anımsamamız gereken: “Hayatta yapılması gereken en önemli şey, giderken vicdanını kirletmeyecek olaylarla dolu bir ömür geçirebilmektir.”
Şerefinize Aydın Bey.