Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        12 Mart döneminde Adalet Bakanı İsmail Arar, gazetecilerin bir sorusu üzerine “Demirel’in yeniden Başbakanlığı mı? Güldürmeyin beni” demişti. Bu sözün ardından Süleyman Demirel tam 4 kez daha Başbakan ve sonunda da Cumhurbaşkanı olduğu için ihtiyatla yazmak gerekir, ancak Abdullah Gül’ün Türk siyasetinde bundan böyle anlamlı bir şahsiyet olarak yer bulabilmesi eğer imkânsız değilse çok zor olacaktır. Bu zorluğun bir nedeni, sorumluluk sahibi olma iddiasındaki bir siyasetçi açısından en kritik soruyu kendisine sormadığı ya da buna cevap veremediğinin anlaşılmasıdır. O kritik soru şudur: “Ben değilsem kim, şimdi değilse ne zaman?”

        Gül’ün açıklamasındaki Türkiye değerlendirmesi olumlu bir değerlendirme sayılmaz. Yalnızca sorunların biriktiğini söylemekle yetinmeyerek var olan siyasi ortamın, üslubun bu sorunların üstesinden gelinmesine hiç de uygun olmadığı vurgusunu da yaptı. Bu durumda sorumluluk sahibi bir siyasetçi, hele ki “bilgi ve tecrübesini” kendisine saklamak istemediğini söyleyen bir siyasetçinin yapması gereken hareket duruma taraf olmaktı.

        Kendisinin de altını çizdiği gibi bunun için bir toplumsal mutabakat beklemek doğrudur. Ne var ki, gerçekleşmesi halinde adaylık işine soyunmayı kabul edeceğini söylediği mutabakat toplumsal değil siyasal bir mutabakattı. Söz sahibi tüm partilerin tek bir adayı destekleme kararı alarak geniş bir “memnuniyetsizler” kitlesine “Önünüzdeki tek tercih budur” dayatması yapmaları anlamına geliyordu. Bu siyasal mutabakatın arkasında bir toplumsal mutabakat olmaması, ihtimalin belirmesinden sonra ortaya çıkan duygulardan anlaşılıyordu.

        Daha da önemlisi, kendisi her ne kadar “Yanlış uygulamalar gördüğümde görüş ve uyarılarımı kamuoyu ile de paylaşmaktan kaçınmadım” diyorsa ve darbe gecesi en ön safta bu hainliğe karşı çıktıysa da, siyasi kimliğini ve Cumhurbaşkanlığı’ndan gelen moral otoritesini ülkenin, kendisinin de şikâyetçi olduğu son dönemdeki gidişatı hakkında kesin bir tavırla öne çıkararak kullandığını söylemek zor, hatta imkânsızdır.

        Zaten dayatmaya yönelik direnç, kendi adına ortaya çıkmamasına ve ancak tüm şartlar kendisi için hazırlandıktan sonra adım atmayı düşünmesine duyulan tepkidendi. Kendisinin tanımlayıcı vasfı olan “ihtiyatlılık”, “riskten kaçma”, 24 Haziran baskın seçimine emrivakilerle gidilen ortamda uygun özellikler sayılmazdı. Kısacası Gül, inandığını söylediği değerlerin gerektirdiği siyasi cesarete sahip olduğunu gösterememiştir.

        Son olarak bu adaylığın bu tarzla öne çıkarılmasıyla ilgili belki de en büyük handikap şuydu: Geçen yılki eşitsiz şartlarda yapılan referandumun kuşkuyla karşılanan sonuçları nedeniyle ülke siyasetinde bir kriz vardır. “Hayır”cı yüzde 50 aradan geçen zaman zarfında ülkenin yöneliminin iyiye doğru olduğu konusunda ikna edilemediği gibi, iktidar rıza üretmekte de giderek daha yetersiz kalmaktadır. Böylesi bir bağlamda AK Parti’nin veya ideolojisinin o kadrosu yerine bu kadrosuna oy vermesi istenecek seçmenin bunu yapmak için bir nedeni yoktu.

        Belli ki Gül’ün adı tüm bu olumsuzlukları aşmaya, unutturmaya ya da önemsememeye imkân tanıyacak bir sicilin simgesi de olamamıştı.

        Diğer Yazılar