Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Roma - Londra

        LONDRA'da yapılan ve Atlantik İttifakı içinde Türkiye ile ilişkilerin nasıl farklı çerçeveye oturtulabileceğinin tartışıldığı bir konferansta katılımcılardan birisi, Türkiye gözlemlerini aktardı. Yıllar içinde Türkiye'ye çok gidip gelmiş bu siyasetçi, son Ankara ziyaretinde buluştuğu sorumluların özgüven patlaması yaşadıklarını söyledi. Türkiye'nin kendisini bir bölgesel güç diye konumlandırdığının aşikâr olduğunu, bugünkü koşullarda da bunun doğal sayılması gerektiğini ekledi.

        AB'nin yakın gelecekte genişlemesinin söz konusu olmayacağını, yeni bir diyalog için NATO'nun uygun düşmeyeceğini, ama Batı ittifakı içinde de Türkiye ile ilişkilere farklı bir çerçeve içinde yaklaşılması gerektiğini savundu. Ortadoğu veya Kafkaslar/Orta Asya alanında, İran ile ilişkilerin geleceğinde Türkiye'ye önemli bir rol düşebileceğini öngördü.

        İsrail ile derinleşmekte olan krizin ve özellikle kullanılan sert dilin, ABD yönetimiyle Kongre üzerinden bir soruna yol açabileceği uyarısını yaptıktan sonra da lafını şöyle bağladı: Özgüvenin nerede bitip hubrisin (kibirle karışık güç sarhoşluğu diye çevirebiliriz) nerede başlayacağı bilinmez. Birincisi kalıcı etki, ikincisi ise bela getirebilir.

        Dolayısıyla hemen her platformda Türkiye'nin kimsenin yadsımadığı yükselişini ve bu tarihsel anda sahip olduğu avantajları nasıl yöneteceği sorusu sıkça gündeme geliyor.

        Yükselmekte olan güçlerin ya da hegemonik güç sahiplerinin tarih içinde en kolay düştükleri tuzak gerçekten de hubris'tir. Geçtiğimiz on yıl içinde ABD bu tuzağa düşmenin bedelini siyasi, stratejik ve ekonomik açılardan büyük bir güç kaybına uğrayarak ödedi.

        Genel olarak Batı sisteminin bir güç kaybı içinde olduğu zaten tartışılıyor. Ancak her şeye rağmen yeni kurulacak düzene Batılıların mutlaka güçlü bir katkısı olacak. Henüz yükselen güçler düzen kuracak derecede palazlanmadıkları için. Batı sistemi ise özellikle Avrupa'nın damar tıkanması nedeniyle olaylar karşısında hızlı refleks veremiyor.

        Ortadoğu'daki gelişmeler ve Arap isyanlarının düzen kurma aşamasında alacağı yönün ne olacağı sorusu böylesi sorunlu bir bağlamda ön plana çıkıyor.

        Roma'da yapılan ve Arap isyanları karşısında Batı'nın tutumu ve politikalarını tartışan konferansta tam bu meseleler tartışıldı. Bir yandan Mısır ve Tunus gibi ülkelerde ikinci, yani düzen kurma evresine geçiliyor. Dönüşümü başlatan şehirli, genelde laik orta sınıfların örgütlü olmaması meydanı daha örgütlü hareketlere ve devlet aygıtlarına yani orduya bırakıyor. En azından buralardaki iktidar mücadelesi ateşlenerek sürüyor.

        Dahası, yirmi yıl önceki Orta ve Doğu Avrupa devrimlerinden farklı olarak piyasa ekonomisi ve demokrasi ikilisinin birlikte inşa edildiği model bugün eskisi kadar cazip değil. Arap isyanlarındaki meşruiyet, katılım, hukuk ve vatandaşlık kimliği arayışına rağmen demokrasi için gerekli koşulların varlığı tartışmalı.

        Kapitalizmin derin bir kriz içinde olduğu bu dönemde piyasa ekonomisi de kendi başına büyük bir cazibe odağı olamıyor. Piyasanın işleyişinde, eşitlik, çürümeyle mücadele, sosyal dayanışma boyutlarının ön plana çıkması arzulanıyor.

        Avrupa'nın Akdeniz'deki komşularındaki çalkantılardan ürkmeden, özgürlük, adalet ve hukuk arayışlarını istikrar tutkusuna feda etmemesi gerekiyor. Ancak bugünün AB'si güvenlik/çıkar mantığına, muğlaklık siyasetine ve kendini tecrit etme dürtüsüne teslim olmuş gibi.

        Türkiye'nin oynayabileceği rol de tam burada şekilleniyor. AB'ye göre Türkiye daha atak, enerjisi yerinde ve istekli bir ülke. Genel güvenliğe ve bu geçiş dönemine yapabileceği katkı çok. Bölgenin yeniden yapılanmasında çıkarı var. Ancak buna katkıda bulunurken kendi sesiyle efsunlanmadan, ittifak ilişkilerini göz ardı etmeden ve kendisinden talep edilmeyen işlere soyunmadan hareket etmesi gerekiyor.

        Diğer Yazılar