Avrupa'nın derin krizi
Herkesin dikkatleri Yunanistan ve özellikle Fransa'nın üzerinde olduğundan Sırbistan'daki parlamento seçimleriyle ilgilenen az oldu. Mart ayında ülkesine AB üye adaylığı statüsünü kazandıran ve o hedefe varabilmek amacıyla 1995'te Bosna'da yaşanan Srebrenitza katliamı için özür dilemek dahil pek çok cesur adım atan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç'in Demokrat Parti'si zemin kaybetti.
Tadiç'in zemin kaybetmesi kadar kimlerin ön plana çıktığı da önemliydi. Birinci sırayı eski bir mezarlık müdürü olan Rusya yanlısı Tomislav Nikoliç'in Terakki Partisi alırken Yugoslavya faciasının başmimarı Miloşeviç'in Sosyalist Parti'si de seçimden kazançlı çıktı. "Kör ölür badem gözlü olur" sözünü hatırlatırcasına yüzde 24'lük bir işsizliğin pençesindeki ülkede özellikle gençler Miloşeviç döneminin eşitlikçiliğini aradıklarını söylüyorlarmış. O dönemde fiyatların saatte yüzde 40 arttığını bilmediklerinden tabii.
Sırbistan sonuçları da tıpkı Yunanistan ve Fransa sonuçları gibi veya daha önce Danimarka, Hollanda gibi ülkelerde aşırı sağın giderek güçlenmesi gibi Avrupa'nın yaşadığı derin krizle doğrudan bağlantılı. Tüm işaretler AB'nin bildik şekilde devam edemeyeceği, Almanya'nın herkese dayattığı kemer sıkma politikalarının bu halleriyle sürdürülmesinin imkânsız olacağı yönünde.
Sonuçta yaşanan, sermayenin çok güçlü olduğu bir dönemde ekonomik krizin yükünün neredeyse tümüyle çalışanların ve gençlerin üzerine yıkıldığı bir çözüm anlayışına demokratik siyasetin isyan etmesidir. İstikrar ve kemer sıkma politikalarının, Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman'ın bıkmadan usanmadan tekrar ettiği gibi, güven sağlayarak büyümenin önünü açacağı masalı artık tüm inandırıcılığını kaybetti.
Bu durumda toplumların talep ettikleriyle, küreselleşmiş bir ekonomide rekabet etmek ve var olmak için yapılması gerektiğine inanılanlar arasındaki uçurumun bir şekilde kapatılması gerekiyor. Bu yapılamadığı takdirde Avrupa'nın ekonomik krizi giderek derinleşerek İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'sının liberal/sosyal demokrat kalıplarını, kurumlarını ve hayat anlayışını reddeden siyasi akımların önünü açacak. Zaten Avrupa'nın önündeki asıl ciddi tehlike de budur.
Avrupa'nın aşırı sağ partileri yaşlı kıtayı dünyadan çekmek, kalın duvarlar arkasına saklanmak istiyor. Çok kültürlü, çok etnik gruplu şehirlerden, bunların temsil ettiği sosyal ve kültürel çoğulculuktan nefret ediyorlar. Merkez siyasetler kısa sürede Avrupa'nın ekonomik derdine derman bulamazlarsa bu öfke-nefret-şiddet birikimi ciddi patlamalara da yol açabilir.
Komşumuz Yunanistan'da bu tehlike ve tehdit en açık şekliyle ortaya çıktı. Bir önceki seçimlerde neredeyse yüzde 80 oy almış iki merkez parti çöktü. Toplam oyları yüzde 35 dolaylarında kaldı. Daha da kötüsü Yunanistan'da her 10 gençten biri Neo-Nazi Altın Şafak partisine oy verirken üç aşırı sağ parti tüm oyların yüzde 20'sini aldı. Yunanistan şu haliyle merkez siyaseti çökmüş, devleti tehlikeli şekilde zayıflamış bir ülkedir.
Seçimlerden önde çıkan Radikal Sol Koalisyonu da (SYRIZA) kemer sıkma politikalarına karşı olduğuna göre Yunanistan'ın imzalamış olduğu istikrar paketini uygulamama ihtimali güçlüdür. O durumda IMF para vermeyeceğini şimdiden söyledi. O zaman da acil bir formül bulunmadığı takdirde haziran ayında Yunanistan sistemi çökebilir. Bunun da gerek Euro alanı ülkeleri gerekse AB'nin tümü üzerinde şiddetli etkileri olur.
Böyle bir gelişmenin bir yandan göçmenlere yönelik baskı ve şiddeti artırması beklenir. Onun yanı sıra Trakya Türkleri açısından da tatsızlıkların artması, dış politikada maceracılığa prim verilmesi de ihtimal dahilindedir.
İşlerin buralara varmaması için ekonomi politikalarının değişmesi gerekecektir. Fransa'da başkan seçilen Hollande'ın sağlam ve tutarlı bir programa sahip olması ve Almanya Başbakanı Merkel'i de farklı bir tutum almaya ikna edebilmesi bu nedenle kritik önemdedir.