Avrupa'da yeni yol
PAZAR günü Almanya'da yapılan eyalet seçimlerinin de sonuçları alındıktan sonra Avrupa'da kriz konusunda işin rengi giderek netleşmeye başladı. 2007'de ucunu gösteren, 2008'de Lehman Brothers'in iflasıyla patlayan finansal ve ekonomik krizin çözümü için bugüne dek tercih edilen yolun çıkmaz olduğu anlaşıldı.
Sonuçta herhangi bir ekonomik krizin kendisi de, ondan çıkmak için bulunan çözüm yollarının seçimi de belli bir siyasi gerçekliğe tekabül eder. Gerek ABD'de gerekse Avrupa'da krize neden olanlar sorumsuz hareket eden bankalar ve finans kuruluşlarıydı. Krizin ardından da bunların büyük kısmı kurum olarak neredeyse bedel ödemedikleri gibi yöneticileri pronografik sayılacak rakamlarla kendilerini ödüllendirdiler.
Krizin patlamasından dört yıl sonra ABD'de görülen kırılgan toparlanmada da aslan payını "yüzde V'lik kesim içinde önemli yer kaplayan finansçıların aldığı ortaya çıktı. Avrupa'da da bankaların kırılganlığı genelde gizlendi. Onlardan kaynaklanan sorunların bedelini toplumun geneli ödemek zorunda bırakıldı.
Bugüne dek Almanya'nın fikir kalıplarını da yansıtacak şekilde krizin ilacı diye istikrar politikaları öne çıkıyordu. Buna göre yaşanan krizin bedelini buna sebep olanlardan çok toplumun geneli ödeyecekti. Mali dengeleri hiç fena olmayan İspanya ve İrlanda'da bile buna uygun politikalar uygulandı. Bedel eşitsiz dağıtıldı. İstikrar politikalarının basiretle ve ısrarla uygulanması durumunda krizden çıkılacağı hikâyesi anlatıldı.
Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman buna "güven perisi" diyordu. Yani istikrar politikaları gereği toplumlar, ki buradan orta sınıfları anlamak gerekiyor, kemer sıktıkça ve bunu sürdürdükçe piyasaların güveni artacak ve büyümenin önünü açacak yatırımlar da gerçekleşecekti. Bunun böyle olmadığı İrlanda, İspanya gibi ülkelerde hükümetler bihakkın bu politikaları uygulamalarına rağmen ortaya çıkan tablodan anlaşıldı. Yüzde 50'lere varan genç işsizliği, yüzde 20'lerdeki genel işsizlik, büyümenin hayal olması herkesi daralttı.
Tüm bu ekonomik felaketin sonucu merkez siyasetin çökmesi ve aşırı sağın bitinin kanlanmasına yol açacak bir ortamın hazırlanması oldu. Nitekim daha önce Danimarka, Hollanda, hatta İsveç gibi yerlerde kendini gösteren radikal sağın yükselişi Yunanistan ve Fransa'da da gerçekleşti. Ancak aynı zamanda halihazırdaki ekonomi politikalarına isyan eden sol da ön plana çıkmaya başladı.
Fransa'da sosyalist başkan Hollande'ın Almanya Şansölyesi Merkel karşısında eli son Kuzey Ren-Vestfalya seçim sonuçlarıyla güçlendi. Sosyal Demokratlar önemli bir başarı kazanırken, hem Yeşiller hem de bugünün en radikal partisi Korsanlar kayda değer bir başarı elde ettiler. Bu durumda istikrar politikalarında aynen ısrar etmek pek mümkün olmayacaktır.
Uzun zamandır kendine özgü ekonomi politikaları üretemeyen solun tam da krizin iyiden derinleştiği bir zamanda krizden çıkmak için yeterince yaratıcı olup olamayacağı büyük önem taşıyor. Avrupa'da toplumsal ruh halinin de iyiden bozulduğu göz önünde bulundurulursa solun başarılı olması sistemin ırkçı/neo-Nazi partilerine teslim edilmemesi açısından da mutlaka gereklidir.
Yunanistan'daki durum ise gerçekten vahimdir. Bu ülkede 1974'te kurulan rejim çökmüş, devlet ise çökme tehlikesi altındadır. Bu nedenle Euro'dan çıkmanın siyasi maliyetini tam olarak ölçmek de açıkçası kolay değil.
Avrupa solu, tarihsel olarak kritik bir sorumluluğu üstlenmeye hazırlanıyor. Başarısı Avrupa deneyimine yeni bir ivme kazandıracak, başarısızlıği ise yaşlı kıtayı aşırı sağın av alanı haline getirebilecektir. Bu bağlamda solun hedefi Avrupa'yı yeniden kurgulamaktan başka bir şey olamaz.