Zirveden sonra
NATO zirvesi daha önceden yapılmış hazırlıklara uygun şekilde sona erdi. Gündemin en önemli maddesi sayılan Afganistan'da Fransa'nın bu yılın sonunda muharip birlikleri çekmesi kesinleşti. ABD de 2013'ün yarısında artık Afganistan'daki birliklerini çatışmadan çekmiş olacak. 2014 yılında tüm muharip birlikler bu ülkeden çekilecek. Ama daha şimdiden Afganistan'da varlık gösteren hemen tüm devletler Kâbil yönetimiyle ikili anlaşmalar imzalıyor. Bu da bir şekilde varlıklarının devam edeceği anlamına geliyor. Cumhurbaşkanı Gül'ün de vurguladığı gibi Türkiye de böyle davranacak.
Afganistan'a yardıma devam etme fikri güzel ancak Afgan ordusunun güvenliği sağlamak için daha profesyonel hale gelmesi gerekiyor. Bunun için ihtiyaç duyulacak yaklaşık 4 milyar dolarlık bütçenin nereden geleceği belli değil. Zaten NATO zirvesinin çözemediği asıl sorun da buydu. Bir zamanlar örgütün bütçesinin yüzde 40'ını hatta 50'sini karşılayan Avrupa ülkelerinde savunma harcamaları ciddi şekilde kesildiğinden ABD şu sıralarda bütçenin yüzde 75'ine varan bir kısmını finanse ediyor. Bunun devam edemeyeceği belli. "Akıllı savunma" gibi kavramlarla bu açığın kapatılması da zor.
Böyle bakıldığında, Avrupa savunma harcamalarını kısarken, yükü taşımaktan bıkmış bir ABD giderek asıl stratejik mücadele alanı olarak Asya'ya dönerken NATO'nun bir geleceği olup olmadığı da sorgulanıyor. Nitekim bu tartışma zirve öncesi ve sonrasında çok yapıldı. Zirveye üyeler dışında yaklaşık 30 ülkenin katılması, bunların örgütün becerilerinden yararlanmak istemesi aslında NATO'nun geleceği hakkında bir fikir veriyor. ABD'nin Asya'da denge unsuru olabilmesi, uluslararası sistemin yeni güç dağılımında Batı'nın söz söyleyecek konumda olması örgütün varlığını sürdürmesine bağlı.
Bu bağlamda Türkiye'nin önemi ve ağırlığı da uluslararası sistemin merkezi mücadele alanı Doğu'ya doğru kayarken artıyor. Chicago Tribune Gazetesi'ne yazdığı bir yazıda ABD'nin eski NATO büyükelçisi Nicholas Burns örgütün geleceğinin beş üyenin öne çıkması ve sorumluluk üstlenmesiyle mümkün olacağını vurguluyor. Bu beş ülke ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Türkiye.
Burns'e göre "1952'den beri NATO üyesi olan ve dünya meselelerinde yükselen bir güç sayılan Türkiye'ye NATO içinde bugüne dek kendisinden esirgenen daha önemli liderlik sorumluluklarının verilmesi gerekiyor. NATO üyeleri gelecek on yılda örgütün liderliğini Türk bir genel sekreterin yapması konusunu düşünmeliler. Buna karşılık Türkiye de gazeteciler üzerindeki baskıları sona erdirip, İsrail ile ilişkilerini canlandırmanın bir yolunu bulmalıdır".
Burns'ün bu önerisi gerçekleşebilir mi kestirmek güç. Mantıklı bir öneri olduğuna şüphe yok. Ancak bu arada Türkiye'de de ülkenin stratejik aidiyetinin nerede olduğuna dair daha sağlıklı, mantıklı ve 21. Yüzyıl dünyasının olgularına daha gerçekçi bakmayı sağlayan bir tartışmanın da başlaması gerekiyor. Bu tartışma yalnızca Türkiye'nin stratejik yönelimi hakkında da olmayacak aslında. Zira bu kez stratejik tercih yapıldığında ülkenin yönetiminin de "Şark için yeterli bir demokrasi" anlayışının çok ötesinde özgürlükçü, adil ve hukuk üstünlüğüne dayalı olması gerekecek.
Tarihsel olarak önüne çıkmış bu fırsatı Türkiye'nin nasıl değerlendireceği, hangi tercihi yapacağı kendi sınırlarının ötesinde de anlam taşıyor aslında. Örneğin bugün yapılan Mısır'daki başkanlık seçimlerinin birinci turuna giderken tanık olunan tartışmalar, bazı adayların söylemleri ve önerileriyle apaçık şekilde aKp güzergâhından gitme arzularını gösteriyor. Bu tarihsel sorumluluğun altından kalkabilmek içinse Türkiye'nin öncelikle kendisiyle barışık olması gerekiyor.