Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ABD'nin ilk dönemlerinde, 19. yüzyılda henüz coğrafi genişleme devam ederken federal devlete yeni katılan sınır eyaletlerinde kendilerine dava başı ya da mahkûmiyet başı maaş ödenen yargıçlar varmış. Hâkimlerinin, hukuku ihlal etme gibi kaygıları da pek olmadan oradan oraya koşarak karar vermelerinden dolayı bu mahkemelere kanguru mahkemeleri adı verilmiş.

        Bugün kullanıldığı şekliyle bu deyimin anlamı şu: "Adil olmayan, önyargılı ve aceleye getirilmiş, ağır cezalarla sonuçlanan yargı süreci; mahkeme sürecinde usul, emsal ve kurallara uygun yargılamaya yönelik ihlallerin çok yoğun olduğu mahkemelere argoda verilen ad."

        Delillerin değerlendirilmesi aşamasını atlayarak, en önemli tanıkları dinlemeyi reddederek, sahte oldukları bilirkişi tarafından belirlenmiş evrak ve elektronik delillere yaslanarak kimisi cürüm sırasında yurt dışında bulunan yüzlerce sanığa bu denli ağır ceza veren; bunu yaptığında da asıl sorumlu ile alakasız kalanların ayrıştırılmasının önüne geçen bir mahkeme 21. Yüzyılda demokrasinin temelinde olması gereken hukuk anlayışından uzak demektir.

        Bu bağlamda planları daktiloya çeken Güllü Salkaya'ya verilen 16 yıllık cezayı yeterince ibret verici bir rezalet saymak gerekir.

        Bu dava siyasi bir davaydı. Bu bakımdan Cumhuriyet'in kuruluş döneminde muhalifleri tasfiye etmek için kullanılan, hukuktan nasibini almamış İstiklal Mahkemeleri davalarını andırmaktadır. Ne var ki o dönem Türkiye'sinin demokrasi olmak gibi bir derdi yoktu. Devrimci yönetim otoriter, yargısı açıkça siyasiydi. Tıpkı Yassıada, 12 Mart ve 12 Eylül mahkemeleri gibi derdi adalet değildir.

        Bugün Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında değiliz. Bu davalar Türkiye'nin demokratikleşmesi önünde çok uzun zaman engel oluşturmuş, kendi kurumsal iktidarını ve imtiyazlarını korumak için topluma ağır bedeller ödetmiş Silahlı Kuvvetlerin artık eskisi gibi bir güç olmadığını göstermiştir. Herhangi bir demokratın bu gelişmeye sevinmemesi mümkün değildi.

        Sivilleşme demokratikleşmenin olmazsa olmaz koşuludur. Silahlı Kuvvetlerin milletin iradesine ipotek koyması, kendisini sistemin gardiyanı veya emanetçisi olarak görmesi demokratik bir rejim açısından kabul edilebilecek bir durum da değildir.

        Bir zamanlar Türkiye'nin yarı demokratik olmasını kimseler pek umursamazdı. Bugün ise askeri vesayet rejiminin dışarıda da destekçisi yok. Türkiye toplumu ise kendi iradesine ket vuracak askeri müdahaleler karşısında epeyce öfke biriktirmiş, böyle bir gelişmeye destek vermiyor.

        Bu durumda kendi bekasını eyyamcılıkta değil askeri iradeye direnmekte gören AKP hükümeti, askeri vesayeti kabullenmeyen bir dış ilişkiler ağı ve darbenin hiçbir meşruiyetinin kalmaması Türkiye'de darbeyi yapılamaz kılmıştır.

        Bu bakımdan 2003-2004 yıllarının darbe heveslileri bir hayal dünyasında beyhude bir çaba içinde, olmayacak bir hedefin peşindeydiler. Ancak onların hayalci olması darbe teşebbüsünün, bunun için hazırlık yapmanın, eldeki imkânları daha önce de yapıldığı gibi darbe şartları oluşturmak için kullanmanın suç teşkil ettiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.

        Darbecilerin ve darbeye teşebbüs edenlerin mutlaka cezalandırılması gerekir. Ancak bunun adil, birey haklarına saygılı hukuk devleti normlarına uygun bir şekilde gerçekleşmesi şarttır. Sivilleşme demokrasinin önkoşuluysa, hukuk devleti normlarının kökleşmesi de olmazsa olmaz diğer şarttır. Hukukun iğfal edildiği yerde adalet filan olmaz. Adalet olmayan yerde de demokrasi kuramazsınız. Ancak popülist otoriterlik tesis edersiniz.

        Çok yazık ki, Balyoz davası ve muhtemelen Ergenekon ve bağlı davaları Türkiye'nin yeni bir toplumsal mutabakat zemini üzerinden askeri vesayet dönemini aşmasına yol açmayacaktır. Bunda da kaybeden kuşkunuz olmasın Türkiye demokrasisi olacaktır.

        Diğer Yazılar