Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        TÜRKİYE'nin görüp göreceği en değerli sosyal bilimcilerimizden Şerif Mardin'i ilk kez bundan 28 yıl önce dinlemiştim. Şerif Bey hayranlıkla dinlediğim konuşmasına Cevdet Paşa'nın yeniçerilerin Sultan 2. Mahmud tarafından katledildiği Vaka-i Hayriye hakkındaki değerlendirmesiyle başlamıştı. Şerif Bey'in naklettiğine göre Cevdet Paşa yeniçerilerin bu şekilde yok edilmesini o kurumun Osmanlı sisteminde iktidar karşısında bir denge unsuru olması nedeniyle tamamen olumlu bir gelişme diye göremiyordu.

        Cevdet Paşa'nın Şerif Bey'in gerekçelerini çok detaylı anlattığı itirazının bir hukuk sisteminin işleyişi ve adalet anlayışıyla yakından bağlantısı vardı. 19. yüzyılda giderek daha merkezileşen ve bürokrasinin daha fazla ağırlık taşıyacağı bir yönetim biçimine gidilirken hukuk anlayışı/felsefesi, adalet kavrayışı da değişecekti. Nitekim Tanzimat döneminin taşıyıcı sloganı da adalet olacaktı.

        Bugün de hemen tüm kamuoyu araştırmalarına yansıdığı gibi Türkiye'de toplumun en şikâyetçi olduğu konulardan birisi adalet. Sistemin adil olmadığına, yargının adalet dağıtmadığına inananlar hayli geniş bir kesimi temsil ediyor. Bunun en feci tezahürlerinden birisi de vatandaşların adalet dağıtma işini kendilerinin üstlenmesi, beğenmedikleri kararlara her zeminde, hatta mahkemelerde şiddetkullanarak karşı çıkmaları.

        Ne var ki adalete bu kadar düşkün olduğunu iddia eden bu toplumun hukuk konusundaki duyarlılığı sıfıra yakın. Bunda hukuk bilincine sahip olacağı bir eğitimden geçmemesinin kuşkusuz önemli bir payı var. Üstelik bazen hukuki olan kararlar, süreçler veya değerlendirmeler kamu vicdanında da, bireysel algılamada da adil olmayabiliyor. İster istemez bu da son derece öznel bir adalet anlayışı adına hukuka uyulmamasını, hukukun çiğnenmesini mazur gösterebiliyor.

        Ama sanki Türkiye'de hukuka saygının, hukukun üstünlüğü talebinin, hukuk zeminin bu denli zayıf olmasının asıl nedeni bizatihi devletin hukuka saygı duymaması. Siyasetçilerin, devleti yönetenlerin, tabii onlara karşı çıkanların da hukuku sadece siyasi mücadelenin araçlarından biri olarak görmeleri. Dünyanın hukuka saygılı, hukuk felsefesinden bir dirhem nasiplenmiş herhangi bir ülkesinde yargıç ve savcılar karar verdiklerinde kanunları, hukukun önerdiğini, adalet terazisini değil "devletin çıkarları"nı esas aldıklarını söylemezler. Türkiye'de bu söylenebiliyor. Üstelik göğüsler gerile gerile.

        Hukukun bu denli kolayca harcanabildiği, siyasi mücadelenin bir aracı olmaktan öteye kıymet taşımadığı, işleri hukuku yaşatmak olanların böyle bir derdi taşımadıkları bir ülkede ise ancak Türkiye'nin bugünkü tablosu ortaya çıkabilir. Yazık ki AB'nin Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye'ye müzakerelere başlaması için ne zaman tarih verileceği demokratikleşme alanını açan kararın verildiği 2002 yılından yıl sonra Türkiye demokrasisi hızla kuruyor, kavruluyor, ligden düşüyor.

        Pazartesi günü Konya'da yaptığı konuşmada Başbakan Erdoğan siyaset anlayışıyla ilgili çok çarpıcı bir mesaj verdi. "Yasama, yürütme, yargının bu ülkede öncelikle bu milletin menfaatini düşünmesi lazım ve ardından da bu devletin menfaatini düşünmesi lazım" diyen Başbakan Erdoğan'a göre, başka ülkelerde demokratik rejimin olmazsa olmazı diye görülen "kuvvetler ayrılığı" ilkesi yürütme/kendisi açısından tahammül edilemeyecek bir yük, bir ayak bağıydı.

        Bu son beyan, Türkiye demokrasisinin sağlığı ve niteliği açısından çok yazık bir yıl sayılması gereken 2012'den bizi başkanlık tartışmalarına taşıyacak olan açılımdır. AKP anlayışındaki başkanlık sistemi, hiçbir şekilde kısıtlanmayacak, ne diğer erkler, ne hukuk tarafından dengelenmeyecek kadir-i mutlak bir yürütme peşindedir.

        Böyle bir gelişmeye, eğer demokrasi diye bir derdiniz varsa, "Vaka-i Hayriye" diyebilmek mümkün değildir.

        Diğer Yazılar