'0 önderli dünya'da Türkiye (2)
TEK kutuplu dünyanın sonu geldiğinden beri tüm devletler kurulacak yeni düzende kendilerine yer bulmak üzere manevra halindeler. Geleceğin en önemli stratejik mücadele ve belki çatışma alanının Asya olması bekleniyor. Ancak bugünkü durumda en oynak, belirsizliklerle dolu, kıran kırana bir mücadelenin alanı olan bölge Ortadoğu. Burada 90 yıl önce kurulmuş olan bölgesel düzeninin, bunun yapı taşlarının yıkılıyor. Bu bölgeye kendi kafasına göre bir şekil vermek isteyen ABD‘nin Irak’taki sorumsuz savaşı başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun yarattığı boşluğun katkısıyla hem bölgesel hem de küresel güçler kıyasıya bir rekabet içine girdi. Bölgesel güçler kendi mücadelelerini mezhep kutuplaşması üzerinden veriyor. Küresel güçler kontrol edemeyecekleri gelişmelerin önünü kesmeye çalışıyorlar.
Tüm bunlar, 11 Eylül saldırılarından beri önemi, değeri ve gücü artan Türkiye’nin önüne fırsat ve tehditlerle de dolu bir alan açıyor. Yakın zamana kadar Türkiye bu alandaki fırsatlardan yararlandı. Bölgesel politikada ön plana çıkma imkanı elde etti. İddia sahibi oldu. Bu iddialarını gerçekleştirme konusunda da ABD’den küçümsenmeyecek bir destek gördü.
Kırılma anı Arap isyanlarının başlamasıydı. Değişimden yana olmak Türkiye açısından üzerinde düşünmeye bile değmeyecek kadar açık bir pozisyondu. İktidar partisi açısından da rejimlerin değiştiği ülkelerde ideolojik akrabalık bulunan partilerin iktidara gelmesi hayli iştah açıcı bir gelişme sayılıyordu. Ne var ki iktidar partisi Türkiye açısından beliren bu avantajlı durumun ne kadar ihtiyatla yönetilmesi gerektiğini pek idrak edemedi. Arap isyanlarının devrimci coşkusu bir anda bölgenin liderliğinin dokunulacak mesafede olduğu zehabını uyandırdı. Açıkçası iktidar partisi bölgeyi hiç de bildiğini sandığı ölçüde bilmediğini ya da anlamadığını hesaba katmadı.
Geçenlerde bir panelde bir düşünce kuruluşunun dünyayı iyi değerlendiren başkanı bir saptamada bulundu. Bu iktidar döneminde Türkiye’nin bölgeyle İngilizce değil Arapça konuşarak anlaşmaya başladığının altını çizerek bunun dış politika açısından önemini vurguladı. Ne var ki bölgenin dilini konuşmak o dili iyi anlamak demek olmuyor. Bölgenin siyasi dilini anlamaya da yetmiyor. Bunun için daha farklı bazı donanımlara ihtiyaç var. Bu yanılgıya ek olarak Türk dış politikasında özellikle bu yeniden yapılanma döneminde çok zararlı olduğuna inandığım bir eğilim daha var. Giderek de derinleşiyor. Türkiye yeterli miktarda güç biriktirmeden güç harcıyor. Her yere yetişmeye çalışırken kendisi açısından en hayati meselelerin hiç birini sonuçlandıramıyor. Söylemindeki iddia düzeyini en tepelerde tutuyor. O iddialarla uyuşan bir siyaset üretemediği ya da bu siyasetten sonuç alamadığı zaman da gereksiz yere zaaflarını sergilemiş oluyor.
Bugünkü durumda Türkiye Suriye rejimi ile kanlı bıçaklı, Bağdat‘taki hükümetle küs, İran ile sorunlu, İsrail ile düşmanca bir ilişkiye sahip. Körfez ülkeleriyle çıkar birliğinde pürüz çıktığı Arap basınında giderek daha sık yazılıyor. Moskova Ankara’nın hemen hiç bir önemli meselesinde Türkiye’den yana değil. Türkiye’nin arasının iyi olduğu tek siyasi oyuncu Kürdistan Bölgesel Yönetimi. Onlarla da Suriye Kürtleri nedeniyle potansiyel gerginlik ihtimali var. AB‘ye öfkelenen hükümet, NATO‘ya ihtiyacı giderek artarken Şanghay yollarını açmaya uğraşıyor. Son dönemde neredeyse koşulsuz desteğini arkasına aldığı ABD ile sorunları keskinleşiyor, sorunlu meselelerin sayısı artıyor. Gün Türkiye’nin akıllı ve akılcı işbirlikleri kurma günüdür. Bu da tüm ilişkilere sıfır toplamlı oyun değil, bir zamanlar dilimize pelesenk olmuş “kazan kazan” perspektifiyle bakmayı, dili yumuşatmayı, heyecanlara kapılmamayı gerektirmektedir.