
Dönerken
ABD başkanlarının 8’i Harvard Üniversitesi‘nin çeşitli bölümlerinden mezun olmuş. Başkan Obama, selefi Bush, onlardan önce en çok tanınan Amerikan başkanlarından John F. Kennedy ve Franklin Delano Roosevelt 1836’da kurulan ve Amerikan kolonilerinin ilk yüksekokulu olan bu kurumun öğrencileri. Böyle bir kurumsal sicil özellikle de üniversitenin siyaset bilimi ve hukuk fakültelerinde, ülkenin sahipliği duygusunun ağır basmasına yol açıyor.
Yalnızca Amerikalılar değil dünyanın her yerinden aileler çocuklarını bu üniversiteye göndermek için can atıyorlar. Bir nedeni üniversitedeki akademik mükemmellikse diğer nedeni de küresel bir seçkinler ağı içine girileceğinin bilinmesi. Sınıflar, okul binaları ve sokaklar bu talebe bağlı olarak Babil Kulesi’ni andırıyor. Her dili duyuyor, her milletten öğrenciye rastlıyorsunuz. Ve bunların büyük çoğunluğu (hepsi değil zira mezunların çocuklarına biraz ayrıcalık tanınıyor girişte) asistanlığımı yapan Zeynep Korütürk gibi parlak, başarılı, ileride küresel ölçekte ön plana çıkacak öğrenciler.
Harvard çok zengin bir üniversite ve çok zengin bir tarihe sahip. Yıllar içinde dünyanın pek çok ülkesinden farklı dallarda öne çıkmış şahsiyetler bu okuldan geçmişler. Üniversite, özellikle Kennedy Okulu, emekliye ayrılan siyasetçiler için de bir ara durak. Şu sırada Yunanistan’ın iki eski başbakanı, Yorgo Papandreu ile Lucas Papademas orada çalışmalarını sürdürüyorlar. Kanadalı akademisyen ve siyasetçi Michael Ignatieff de.
Üniversite her zerresinden akademik özgürlük ve özgünlük fışkıran bir yer. Yayıldığı alanın tümüne bu iklim hâkim. İnsanın kitapçılarda kendini kaybetmemesi, üniversite kütüphanesinde kendini bir mabette gibi hissetmemesi zor. Gerek verdiğim, gerekse dinleyici olarak girdiğim derslerde tanık olduğum öğrenci kalibresi, konuların işleniş düzeyi, tartışmalardaki fikir zenginliği zaten burasının neden dünyanın en itibarlı üniversitesi sayıldığını anlamaya yetiyor.
Bu akademik özgürlük ortamıyla, Amerikan sisteminin en önemli kurumlarından birisi ve yönetici sınıfın yetiştirildiği yer olmanın yarattığı gerginlikse ister istemez var. Düzen koruyuculuğu belli bir muhafazakârlığı, Amerikan perspektifine imanla bağlılığı, dünyaya ve olaylara o perspektifin getirdiği kısıtlarla bakmayı da getirebiliyor.
Ama bu anlamdaki bir muhafazakârlık tabii ki üniversite çatısı altında öğrenci örgütlenmesi özgürlüğüne, her türlü düşüncenin serbestçe tartışılmasına, hayli radikal isimlere okulda önemli platformlar sağlanmasına, kıyasıya tartışma yapılmasına engel değil.
Türkiye farklı boyutlarıyla buradaki akademik ilginin yoğunlaştığı ülkelerden birisi. Teknolojiyle ilişkisi ve ekonomisinin yapısından siyasal gelişmelerine, dış politikasının şifrelerine kadar pek çok konudaki duruşu ve gelişmeler merak ediliyor. Benim verdiğim iki derse katılan öğrencilerin büyük çoğunluğu kamu idaresi alanında kariyer ortasında yüksek lisans eğitimine gelmişlerden oluşuyordu.
Malezya’dan İngiltere’ye, Brezilya’dan Hindistan’a, çok çeşitli ülkelerden gelen bu öğrenciler Türkiye’de sosyal politikaların özelliklerinden ekonomik reformların tarihçesine; Türkiye demokrasisinin ve laikliğinin serencamından Türkiye’nin “modelliği“ne; Suriye politikasına, İran ile ilişkilere, AB üyelik sürecinin bugünkü durumuna kadar pek çok konuyu gündeme getirdiler.
Kamuya açık “Brüksel’den Şanghay’a“ başlıklı son konuşmada ise Türkiye’nin Ortadoğu politikasının hedefleri, AB üyeliğinin peşini bırakıp bırakmayacağı ve ABD ile ilişkilerinin niteliği, dinleyenlerin en çok önem verdikleri konulardı.
Bir de şunu eklemem lazım. Oralara yolunuz düşerse 1960’ta açılmış Mr. Bartley’in siyasetçi isimleri taşıyan hamburgerlerinden mutlaka yemenizi tavsiye ederim. Benim favorim Michelle Obama’ydı.