
12Mart, sivil siyaset ve Kürtler
Geçen hafta İmralı’da Abdullah Öcalan ile BDP heyetinin görüşme tutanaklarını yayınladığı için Başbakan Erdoğan ve medyanın bir bölümü ve bazı yazarlarca yaylım ateşine tutulan, iç sarsıntı yaşayan, bazı yazarları sigaya çekilen Milliyet Gazetesi’nde aynı günlerde 12 Mart muhtırasıyla ilgili bir yazı dizisinin bölümleri de yayınlanıyordu. Eski MİT Müsteşarı Fuat Doğu‘nun belgelerine yaslanarak Oktay Pirim ve Süha Arabacıoğlu tarafından hazırlanan dizi pek çok bakımdan ibret verici bilgiler içeriyordu.
Bir yanıyla Fuat Doğu’nun siyasete, hayata, dünyaya bakışında insanı şaşırtacak bir şey yok. Kendisinin, görevinin emrettiğini yaparak gelecek darbeden meşru hükümeti haberdar etmek yerine meseleyi Cumhurbaşkanı’na açtığını biliyorduk. Diziden Başbakanı istifaya ikna etmek için telefonla konuştuğunu da öğreniyoruz. Antikomünizm histerisinin bir dimağı ne hale getirebileceğini de bu notlardan izleyebiliyoruz.
O dönemde yaşananlarda Türkiye’deki demokrasi anlayışı, siyasetçilerin duruşu ve sivil-asker ilişkilerinin genel yapısı açısından ibretlik pek çok nokta var. Öncelikle onlara değinmek gerekir.
Yaklaşık yirmi yıl kadar önce muhtıra sonucu istifa eden Süleyman Demirel hükümetinin bakanlarından birisine şu soruyu sormuştum: “Şunca saat toplantı yaptınız. Bu zaman zarfında İnönü’yü, kendi parti teşkilatınızı aradınız mı? Onları harekete geçirmeyi, Meclis’e gitmeyi düşündünüz mü?” Cevabı öğreticiydi. Bunların hiçbirini yapmamışlardı. Meclis’te ise darbeden yana vekil ve senatör sayısının darbeye karşı çıkacaklardan fazla olacağından korkmuşlardı.
Kaygı muhtemelen haklıydı. Ne var ki uzun siyaset hayatında asker tarafından görevden uzaklaştırıldığı için mağdur edildiğini çok söyleyen Süleyman Demirel, iktidara tekrar geldiğinde de kendisine bu ezayı reva görenlerden hesap sormak için hiçbir adım atmayacaktı. Asker-sivil ilişkisini sadece “laikçi” seçkinler ve müttefikleri değil, özellikle de Türk sağı bir ast-üst ilişkisi olarak görmeyi sürdürecekti.
Bu tutum Türk sivil siyasetinin demokratik bir sistemin işleyebilmesi için gerekli azami cesaret konusunda hayli eksikli olduğunun bir göstergesidir herhalde. Ordunun gücü, Mendereslerin akıbeti gibi gerçekler nedeniyle bu ‘ihtiyatlı’ tutumun benimsendiği söylenebilir belki. Ama ne var ki Türkiye sağının demokrasi anlayışı gerçekten de kısıtlıdır. İlke temelinde hareket etmek, cepheden mücadele etmek bu akımın geleneğinde pek yoktur. Biraz da bu nedenle sivil-asker ilişkilerinin analizinde sivillerin tutumunu ortaya koymayan yaklaşımlar kanımca eksik kalır.
12 Mart muhtırası, tıpkı kendisinden sonraki çok insafsız ve kanlı 12 Eylül darbesi gibi öncelikle solun canına okudu. 12 Eylül, müdahalenin yapılmasını sağlayan koşulları yaratan ülkücü hareketi de ağır şekilde ezdi. Ne var ki sağ bir şekilde fiziksel zarar gördüğü bu badireden sol gibi siyaset olarak ezilmiş, bitmiş, tükenmiş halde çıkmadı. Zira zaten memleketin asli zihniyeti, 12 Eylül ile İslami boyutu da artan şekilde vurgulanacak olan milliyetçilikti.
Bu milliyetçilik 12 Mart döneminde de, Kürtlerin siyasi hareketlenmesine karşı en acımasız ve en mantıksız önerilerin serdedilmesine yol açacaktır. Muhtıra öncesinde yapılan bir Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında Barzani‘ye yaslanan Kürtçülükten şikâyetçi olan Fuat Doğu daha sonra haziran ayında gerçekten tüyler ürpertici öneriler yapacaktır.
Doğu’ya göre, “İskân politikası, tehcir politikası, aşiretleri bölgeden uzak tutma politikası gibi (tedbirler alınmalıdır). konunun partiler üstü acil bir tedbire artık ihtiyaç gösterdiğine... En kısa zamanda Türk dilinin hâkim kılınması başta olmak üzere bu bölgeye Türklüklerinin, bölge halkına Türk olduklarının kabul ettirilmesinde zaruret duymaktayız.”
Son otuz yılın savaşı işte bu çerçevede 12 Mart ve öncesinin hasadıdır.