Muhafazakâr toplum portresi
Aspen, Colorado
BEŞ yıl sonra bugün yaşananlara bakıldığında herhalde pek çok gözlemci koca ülkenin nasıl böyle bir akıl tutulmasına yakalandığını sorgulayacaktır. Bu akıl tutulmasında iktidar cenahının payı herhalde daha derinlemesine irdelenecektir. Ama sonuçta ister beceriksizlikten, ister kibirden, ister ideolojik takıntıdan, ister mutlak iktidar şehvetinden ve bunun getirdiği aymazlıktan, isterse de entelektüel yetersizlikten Türkiye özellikle son iki yılda kendi kuyusunu hızla kazan bir ülke konumuna düştü.
Dış politikadaki felaket tablosunu "değerli tek başınalık" (precious aloneness) diye değerlendirebilen bir heyetin gerçeklerle bağının ne ölçüde güçlü olduğunu sorgulamak durumundayız. Onların yanlışlarının, değerlendirme eksikliklerinin ülkeye maliyeti çok yüksek olmasa bu tür nitelendirmelere gülerek geçilebilir. Ne var ki gülmenin hayli zor olduğu bir aralıktayız. İçeride de, dışarıda da.
Dışarıda aklı başında herkesin gördüğü gibi Türkiye müthiş bir irtifa kaybetti. Bir yandan izlenen dış politikanın başarısızlıkları ve hemen herkesle kavgalı olma hali göze batarken, diğer yandan da içerideki gelişmelerin dışa yansıması şunun şurasında altı ay önce yere göğe sığdırılamayan Türkiye imajını dağıtmış durumda.
Çoğu emeklilerden oluşan ama Türkiye'yi de yakından takip etmeye çalışan, sınıftaki dinleyicilerin sorularından anlaşılan da bu. Gülen hareketini ve ABD'de ne yaptığını merak ediyorlar. İçlerinden bazıları Gezi olayları sırasında İstanbul'da bulunmuş, hükümetin verdiği tepkiyi anlamakta zorlanıyor. Üstelik çoğunluğu muhafazakâr bir gruptan bahsediyoruz.
Türkiye'nin kendi değerlerine sahip çıkan çoğulcu, demokratik modern bir ülke olduğuna dair inanç, ağır darbe almış. Giderek Ortadoğululaşmış ve bu bölgenin genel imajı ve ona yönelik perspektiflerle tahlil edilen bir ülke görüntüsü yerleşmeye başlamış. Bu gruptakilerin Türkiye'nin, dış politikasıyla bölgenin karmaşasına düzen getireceği gibi bir beklentisi de yok.
İçeride muhafazakârlaştırma eğilimlerinin giderek artacağının işaretleri de bu algıyı güçlendiriyor. Toplum olarak İslamcı siyaset kadrolarının imgelemenin neye benzediğini, söylenemeyen şarkılardan, kadınla ilgili her konuya cinsiyet içerikli bakılmasından, kentli yaşamın iç içeliğinin bir türlü sindirilememesinden ve benzeri olgulardan anlıyoruz. Toplumu "dindar nesiller" ile donatma hedefi topluma yaklaşımda ve siyasetin ele alınışında giderek aklın ve mantığın yerini de almaya başlıyor.
Bu gerçekten hayli tehlikeli bir noktaya gelindiğinin göstergesi. İdeolojik öncelikler yönetim önceliklerinin önüne geçmeye başladığında yalnızca toplumsal gerilimler artmakla kalmaz. Ülkenin yönetiminin kötüleşmesi, toplumun giderek ağır bedeller ödemesi sonucunu da verebilir.
Sırf bir ufak karşılaştırma olsun diye 33 yıldır "dindar nesiller" yetiştirmeye çalışan, lideri bir Ayetullah olan, ideolojisi keskin İslami olan İran'da bunun farkına varılıyor. Komşu toplumsal anlamda büyük bir çöküntü içinde. Ekonomisi yaptırımların da etkisiyle batık. Orta sınıf eriyor, toplumsal göstergeler kaygı veriyor. Muhafazakârlar bu rezil tabloyu ahlaki düşüşle açıklamak isteseler de asıl ahlaki düşkünlüğün iktidarı elinde tutanların yolsuzlukları, hırsızlıkları, toplumu hiçe saymaları olduğuna toplum kani.
Hem ülkesi hem de dünya açısından büyük bir ümit haline gelen Hasan Ruhani böyle bir ülkeyi düzlüğe çıkarmaya çalışacak. Ruhani değişim isterken, "Hükümetin güçlü olması insanların hayatlarını kısıtlaması demek değildir" demiş.
Her şeye rağmen sınıfın Türkiye'ye bakışı ümitli ve olumluydu. Doğrusu bu bakıştaki en önemli unsur da Gezi olaylarının yarattığı imajdı.