Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ne dinsel ne de seküler anlamda kutsalı pek kalmamış bir ülkede dil üzerinden ve yalnızca kelimelere sığınarak herhangi bir şeyin mücadelesini vermek zor. Üstelik ortalık kutsal olan ve kutsallığı ilan edilen kavramlardan, atıflardan geçilmezken. Üstelik çok uzun zamandır bu ülkede artık ortak bir dil de kullanılamıyor. Zira tarafların dilin sözcüklerine yükledikleri anlamlar farklı.

        Dil iletişimin değil propagandanın aracı haline gelince doğru ile yalan arasındaki çizgi yok oluyor. Koca ülke ve tüm toplum farkında olsa da olmasa da kendimizi tüketiyoruz. Dünya edebiyatında geleceğin karabasanını anlatan iki önemli eser bilinir. Biri Türkiye’de de iyi tanınan George Orwell‘in 1984’üdür. Orwell romanı İkinci Dünya Savaşı bittikten hemen sonra totaliterliğe karşı bir manifesto gibi yazmıştır. Eserinde iktidarın mutlak ve baskıcı olduğu, yalanın doğru sayıldığı, kelimelerin anlamının tersine çevrildiği Düşünce Polisi‘nin egemenliğindeki, Büyük Birader’in gözetimindeki bir rejim anlatılır.

        İkinci eser, Aldous Huxley‘in Cesur Yeni Dünya kitabıdır. Buradaki baskıcılık daha sinsidir. Cesur Yeni Dünya’da yaşayanlar, yaşadıkları dünyanın olabilecek en iyi dünya olduğuna, yaşamlarının mükemmel, sistemlerinin kusursuz olduğuna inanırlar. Baskı ve şiddet görünür değildir. Gezi olaylarının patlamasından beri Türkiye’de alternatif gerçeklikler içinde yaşanıyor.

        Gezi’ye özgürlük ve baskıya karşı koymak amacıyla katılanların, bu olayların ülkedeki gidişata bir isyan niteliğini taşıdığını düşünenlerin yanında bu olayları devlete isyan şeklinde takdim edenler, darbe teşebbüsü diye lanetleyenler, dış güçlerin oyunu diye sunanlar var. Bu iki söylem birbiriyle çatışıyor. Bu şekilde ortaya kendilerini Orwell’in feci dünyasında yaşıyormuş gibi görenlerle, kendilerini olabilecek en iyi dünyada görenlerden oluşan, ortak paydaları neredeyse kalmamış iki ayrı topluluk çıkıyor. 17 Aralık‘tan beri ortaya çıkmış olan tabloyla birleştiğindeyse ortaya ancak topluca bedeli ödenecek bir dağılma senaryosu çıkıyor.

        Meclis’in geçirdiği İnternet Yasası ülkenin giderek daha büyük bir cendereye dönüştürülmesi, vatandaşın bireysel haklarının ve özgürlüklerinin kolayca yok sayılması, iktidarı kullananların hesap vermeden bildiklerini okuma arzularına gem vurulamaması yönünde atılmış tehlikeli bir adımdır. Devletin kurumlarının eridiği, kuralların ve normların anlamsızlaştığı, yürütmenin kanunları ve anayasayı dinlemediği bir düzene sadece seçim yapıldığı için demokrasi zaten denemez.

        İletişimin ve bilgi paylaşımının hükümet denetimine girmesiyle bu kara tablonun daha da kararacağına şüphe yoktur. Dahası her şeye rağmen Batı dünyasıyla ilişkisini makul düzeylerde tutmak zorunda olan Türkiye’nin o dünyanın demokrasi tanımına uygun bir rejimle yönetildiğini söylemek mümkün olmayacaktır.

        Şu anda bu yasanın kaderi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘ün elindedir. Aslında Cumhurbaşkanı yasayı veto etse bile Meclis çoğunluğu bunu aynen geri gönderebilir. Ne var ki Cumhur’un başkanının o Cumhur’u teşkil eden bireylerin hakkını, hukukunu, özgürlüklerini koruma iradesini taşıyıp taşımadığı bu kararla netleşecektir. Cumhurbaşkanı’nın aldığı tavır ve durduğu yer ya sisteme iman tazeletecektir ya da yılgınlığı derinleştirecektir.

        Cumhurbaşkanı demokratik rejimin seçimden ibaret olmadığını defalarca söylemiş, hukuk devleti ilkelerine ve değerlerine sahip çıkmış, iletişim hakkının korunmasından yana tavır almıştı. Gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında kendileri Türkiye’nin demokratik rejim kıstaslarından daha fazla uzaklaşmayacağının garantisi diye algılanıyor.

        Dolayısıyla bu karar, Abdullah Gül’ün siyasi kimliğinde AKP kurucusu yanıyla Cumhurbaşkanı yanı arasındaki mücadelenin nihai galibinin hangisi olduğunu belirleyecektir.

        Diğer Yazılar