IŞİD kararı
GEÇEN hafta perşembe günkü yazısında Muharrem Sarıkaya bir öğretim üyesinin söylediği şu sözleri aktarmıştı: “Biliyor musun, Kastamonu’da çarşıda oturan bir ihtiyar amca, IŞİD’e İslam’ı kurtaranlar olarak bakıyor. Bölgeden giden çok genç var.” Bu alıntıda Türkiye’nin derin açmazının önemli ipuçlarından birisi var.
Daha önce Radikal Gazetesi’nin yalanlanmayan bir haberinde, dünyanın terör örgütü diye tanıdığı Nusra Cephesi’nin Adıyaman’da militan toplama bürosu olduğu ortaya çıkmıştı. Haber, oğullarını almaya giden 4 babanın hikâyesi üzerine kurulmuştu. Benzer şekilde ülkenin pek çok yerinde IŞİD’e sıcak bakıldığı, belli bir popülariteye sahip olduğu, bazı kaynaklara göre Türkiye’den en az 400 kişinin halen örgütün saflarında çarpıştığı biliniyor. Gayet stratejik bir akla sahip örgütün, Ankara’nın Hacıbayram Mahallesi’ndeki kentsel dönüşümün yarattığı toplumsal dengesizlik dahil hemen her fırsatı değerlendirdiği, interneti çok iyi kullandığı biliniyor.
Böyle bir ortamda Türkiye’de ağırlığı olan İslami çevreler de, hükümet de örgüt hakkında net bir tutum alamıyor. Üç maymunu oynamak daha kolay geliyor. Bunun rehinelerle ilgisi olabilir ya da “Türkiye içinde terör eylemlerine yol açmaktan korkuluyor” denebilir. Ama bir ideolojik kilitlenme de var. O kilitlenmenin ne olduğunu da Kastamonu’daki yaşlı amca ile ilgili söylenen söz açıklıyor. Bazı gençler açısından örgütün daha bile cazip olduğu şüphesiz.
İşte böyle bir ortamda NATO, daha doğrusu ABD, Türkiye’den IŞİD’e karşı kurulan koalisyona açık destek vermesini istiyor. Ankara bir süredir aslında IŞİD’e yönelik saldırılara elindeki imkânlar çerçevesinde yardımcı oluyor. Sınırların çok daha keskin şekilde kontrol edildiği ortada. Bu konuda belli ki siyasi irade var. Ne ki, bunun kamuoyunca bilinmesi, ilan edilmesi hükümetin hoşuna gitmiyor. Bu nedenle de ABD ile aynı çizgiye gelinemiyor.
Türkiye’nin sıkıntısı bununla sınırlı değil. Ne kadar tevil edilmeye kalkışılırsa kalkışılsın Musul’da rehine alınmasını mümkün kılan hatanın yapılması yani konsolosluğun tahliye edilmemesi Türk dış politikasını fena halde vurdu. Aynı nedenden kaynaklanan bir dizi istenmeyen durumla Ankara uğraşmak ve bunların etkisini azaltmak durumunda.
IŞİD Erbil’e saldırırken Türkiye güneyde yakın ilişkileri bulunan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne yardım edemedi. Bunun neticesinde Peşmerge’nin canını ve Erbil’i, IŞİD’in elinden PKK ve PYD askeri güçleri kurtardı. Siyaseten güçlenen, Batı’da çok daha fazla dikkate alınmaya başlanan bu iki örgüt, Türkiye’nin hem çözüm süreci hesaplarını hem de Suriye’de izlediği politikayı bozdu. Şimdi “Irak’a gönderilen silahlar bu örgütlerin eline geçer” diye müttefiklerini uyardığında pek dikkate alınmıyor.
Bugünkü durumda Türkiye IŞİD’e karşı açıktan cephe almak istemiyor. Bunun için gerekçesi, ki haksız değil, örgütün elinde rehinelerin bulunması. Belli ki bu kendi vatandaşları da tek tek boğazları kesilerek öldürülen ABD indinde giderek daha az etkili oluyor. NATO Zirvesi’nin ardından Türk ve Amerikan bakış açılarındaki farklılıklar ve ilişkilerin geleceği hakkındaki mükemmel değerlendirmesinde Hürriyet’ten Tolga Tanış şunu yazdı: “Üst düzey bir Amerikalı yetkilinin dediği biçimde, İngiltere ve Avustralya özel operasyon desteği verirken, Ürdün istihbarat sağlarken, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri para koyarken, Türkiye ne verecek? Bu soru Ankara’yı önümüzdeki haftalarda çok sıkıştıracak.”
Üstelik Halep’in kuzeyinin IŞİD’in eline düşmesi halinde Türkiye’nin mülteci sorunu katmerlenerek artmış olacak. “Bunu engellemek için Türkiye askeri gücünü kullanmak zorunda kalır mı?” sorusu da orta yerde duruyor. Sonuçta hem koşullar hem de ittifak ilişkileri IŞİD konusunda Ankara’yı pek de gönüllü olmadığı ve ciddi riskler içeren bir karara sürüklüyor gibi.