New York'tan sonra (1)
CUMHURBAŞKANI Erdoğan’ın geçen hafta boyunca New York’ta gerçekleştirdiği temaslarıyla ilgili haberlerden, dönerken uçakta ve döndükten sonra basın toplantısında söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla Türkiye ABD’nin oyun planına, Rusya’yı kötülemek de dahil, tümüyle angaje olma noktasına gelmiş. Buna karşılık Türkiye’nin çok önemsediği “güvenli bölge” konusunda ABD Genelkurmay Başkanı bunun “bir zaman sonra mümkün olabileceğini” ancak henüz gerekli görülmediğini söylemiş.
Yurtdışından gelen bazı tepkiler ve yapılan değerlendirmeler de iç açıcı bir tablo çizmiyor. Türkiye içindeki tartışmalar, söylem ve ülkenin önemini abartma çabaları ne kadar yoğunlaşırsa yoğunlaşsın uluslararası sistem indinde Ankara’nın ciddi bir irtifa, itimat ve itibar kaybına uğradığı anlaşılıyor. Bu durumun, ülkesinin selametini isteyen herhangi bir vatandaş açısından sevinilecek bir yanı yok.
Hatta tersine kaybedilen itibar ve itimadın dış politikada bazıları gereksiz tavizlerin verilmesini zorlayacağı ihtimali bir hayli rahatsız edici. Bugüne dek Türk- Amerikan ilişkilerini “stratejik ortaklık” ya da Obama döneminde “model ortaklık” diye tanımlamayı tercih eden ABD’nin resmi ağızlardan ilişkileri müttefiklikle sınırlamaları da, bu gelişme bizatihi üzülecek bir şey sayılmasa bile, dikkate değer bir vaka.
Bu vaka, uluslararası sistemin her şeye rağmen liderliğini sürdüren ABD ile Ankara arasındaki sorunların aslında gösterilenden derin olduğuna da delalet ediyor. Belli ki, Türkiye’nin içinde yapılan ve menkıbeye dönüşen dış politika performansı değerlendirmesiyle dışarıdaki gerçeklik arasında ışık hızıyla ölçülebilecek bir mesafe var. Bu mesafenin varlığı bundan sonraki gelişmeler açısından bir hayli kaygı veriyor.
Dış politikasında geçmiş hatalarının gerçekçi ve dürüst muhasebesini yapamayan bir yönetimin bundan sonraki adımlarda ne türlü ihtiyatsızlıklara yönelebileceği kaygısı bu nedenle akıllara yerleşiyor. Türkiye’nin kendisini birinci derecede ilgilendiren bir çatışma alanındaki gelişmeler üzerinde birinci derece söz sahibi olmadığının ayan beyan ortaya çıkması bu kaygıları derinleştiriyor.
Suriye’de yaşananların Türkiye’nin güvenliği açısından ciddi tehditler içerdiği kimse açısından meçhul değil. Bir taraftan sınırın hemen ötesinde cani bir örgütün yerleşik bir komşu haline gelmesi olgusu var. Diğer yandan örgütün hedefine aldığı Rojava bölgesinin düşmesi halinde Türkiye’nin tıpkı Suriye’nin diğer yörelerinden ve Irak’ın kuzeyinden geldiği gibi bir mülteci akınına uğraması söz konusu.
Rojava’nın Kobani kantonuna yönelik saldırı başladığından beri Ankara’nın sürdürdüğü politika şu mesajı veriyor: yüzbinleri bulan bir mülteci akını bu bölgedeki özerk yönetim deneyiminin başarıya ulaşmasından daha az tehlikeli bulunuyor. Bunun sebebi de Rojava bölgesini yöneten PYD’nin PKK’nın Suriye örgütlenmesi olması. Türkiye bu nedenle sınırlarının öte tarafındaki “tüm” terör örgütlerinin pasifize edilmesini talep ediyor. Halbuki “çözüm süreci” müzakereleri de aynı PKK’nın İmralı’da hapis yatan başkanıyla yapılıyor.
Rojava’da Kürtlere yardım edilmemesinin, buna karşılık İD’ye en hafifinden müsamaha gösterildiğine inanılmasının yarattığı infialin sonucu olaraksa PKK’nın Kandil Dağı’ndaki liderleri çözüm sürecinin bittiğini ilan edebiliyorlar. Bu sertleşen söylemin bir pazarlık unsuru olması mümkünse ve son sözü halen Öcalan’ın söyleyeceği düşünülse de iç ve dış politikadaki bu çelişkinin daha fazla sürdürülmesi güç olacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan New York’tan dönerken Silahlı Kuvvetler’e görev düşeceğini söyledi. Meclis gelecek hafta yeni bir tezkere çıkaracak. Yeni koşullar ışığında tezkere müzakerelerinin mümkün olduğu kadar açık ve kapsamlı şekilde yapılması ülkenin bekası açısından mutlak bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor.