Artık yaşamak için fotoğraf çekiyorum
Bugüne dek hep vizöründen gördüklerini aktaran fotoğraf sanatçısı İzet Keribar, bu kez biyografi kitabı aracılığıyla anlattı kendini. 37 yılı profesyonel olmak üzere 60 yıldır fotoğraf çeken Keribar, birçok prestijli ödülün sahibi olurken en son Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 2011 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü aldı. Keribar, Rahime Sezgin'in kaleme aldığı "Öteki ya da değil Ne Fark Eder" kitabına içini dökerek yaşamını ve 60 yıllık fotoğraf hayatını anlattı... Yedi dil bilen, 70'i aşkın ülkeyi gezen Keribar, Türkiyeli bir Musevi olarak kendini hiç "öteki" gibi hissetmediğini belirtiyor ve ekliyor: "Hep bu topraklarda ölmeyi hayal ettim..."
- 1952'den beri fotoğraf çekiyorsunuz. Vizörden baktınızda neler değişti?
1952'de Leica'm ve ağabeyim gibi bir hocam vardı. Onu üç ay önce kaybettim. O zaman ‘fotoğrafçı olacağım' diyecek kadar yeterince güçlü bir karaktere sahip olsaydım, ikinci bir Ara Güler olabilirdim belki. Okul çocuğuydum, profesyonel bir fotoğrafçı değildim ama kimsenin yapmadığını yapıyor, İstanbul'u çekiyordum. Üzülüyorum ki başka mesleklere daldım. 52'de başladım ama arada baba mesleği yaptım, bir süre ithalat ve tekstil yapım. Yazık. 23 yılım kayıp. O iş için yaratılmış olmama rağmen zamanı heba etmiş olmama çok üzülüyorum. Gelelim nelerin değiştiğine; İstanbul'da doğdum, İstanbul benim dünyam. Eski İstanbul'u bütün köhneliğine rağmen - çünkü hakikaten köhne sokaklarımız, yıkık binalarımız vardı - İstanbul'un hamallarının o kıyafetlerini falan özlüyorum. Bir taraftan da o görüntüleri yeterince belgeleyemediğime üzülüyorum. Hayat daha basitti. Ne görüyorsanız oydu. Şimdi görünen ile gerçek aynı değil. Artık hiçbir yeri tanımadığımız gibi, hiçbir yere de trafik yüzünden gidip gelemiyoruz. Eminim bugün bana Avusturya'ya gideceksin dense, ‘Aman kardeşim trafik olsun ben yine de İstanbul'a dönmek istiyorum' derim.
- Siz bir siyasi değişime de tanıklık ettiniz. Birçok kayıplar verdiniz, bu bağlamda neler flulaştı?
Gerçekten de zor günlerdi. 6 – 7 yaşında bir çocukken bile bir şeyler seziyordum. Tatsız durumlardan haberdardık. İkinci Dünya Savaşı sırasında bayağı da endişeliydik. Ancak o sıralar dünyada olanlara bakınca burada hiçbir şey olmuyor gibiydi. Yaşadıklarımız kötüydü ama kötülere göre hiç bir şeydi. Gayrimüslimler zoraki askere alındılar. Babam da diğer gayrimüslimlerle gitti askere. Altı ay sonra da çok haksız bir uygulama geldi. Varlık Vergisi hepimizi soyup soğana çevirdi. Ama hayatta kaldık. Oturduğum yerde yine Taksim'de oturmaya devam ettik. Sonra 6 – 7 Eylül olayları yaşandı.
- Varlık Vergisi'ni ödeyebilmek için aileniz maddi olarak çok zorlandı ancak asıl önemlisi siz manevi bir kayıp verdiniz. Kuzeniniz gitmek zorunda kaldı bu topraklardan.
Çok büyük bir yara açıldı. Çünkü o benim yaşıtım ve en iyi arkadaşımdı. Dayım, babama göre daha dik kafalıydı. ‘Bu haksızlığa göğüs geremem' dedi ve önce Filistin'e sonra New York'a gittiler. Yıl 1943'tü. İnsanları, varlığından büyük paralar ödemeye mecbur etmek hele de bunu 15 gün içinde ödemeye mecbur bırakmak çok daha büyük haksızlıktı. Babam o dönem 700 bin lira ödedi. Şimdilerde trilyona karşılık geliyor. Babam var olan mülklerini sattı. Ancak 15 gün içinde apar topar satınca değerlerinin çok altında gitti. Kuzenim gittikten sonra büyük bir boşluk kaldı. Şimdi hiçbiri hayatta değil. Ne o, ne de kız kardeşi...
- Cemaatten ve ailenizden vergiyi ödemediği ya da ödeyemediği için Aşkale'ye gidenler oldu. Siz daha sonra Aşkale'ye hiç gittiniz mi?
Bir gün yakınına kadar gittim ama geceydi ulaşamadık. Aslında merak ediyorum ama dur bakalım daha zaman var. Belki yaparız bir gün...
Fotoğraf: Ozan Köse
- "Yaşamak için fotoğraf çekmiyorum ama güzel fotoğraf çekmek için yaşadığım bir gerçek" sözünüz kitaba da girmiş...
Evet ama eski bir sözümdü. Bu sözü 1980'lerde söylemiştim. Şimdi yaşamak için fotoğraf çekiyorum. Artık tersi geçerli. Çünkü burada bir yazıhanedesiniz, burası bir kuruluş ve çeşitli masraflarımız var. Şimdi iş değişti. Şimdi artık fotoğrafın sanat yönü başka, fotoğraftan geçim sağlamak başka. İşin romantik tarafı yok. Ben ticaretten gelen biriyim. Bunun aksini düşünerek ‘ben sanat yaparım fotoğraf satmam' derseniz oturup evde kalırsınız. Olacağı bu. Artık ya otel, ya alış - veriş merkezi çekiyoruz. Şimdi yeni bir iş aldık, bir çiftlik çekiyoruz mesela. Takvim zamanı gelince de Anadolu, İstanbul fotoğraflarımızı satıyoruz. Sanat yönü nasıl olur diyeceksiniz. Bugün belirli isimler - ki bu konuda isim yapmış birkaç kişiyiz - bu tür fotoğraflarımızı müzayedelerde satıyoruz. Çağdaş Sanat Müzayedeleri'ne fotoğraf koyuyoruz. Klasik fotoğrafların dışında farklı, çağdaş sanata yakın çalışmalar.
- Fotoğraflarınızla Türkiye'yi çok iyi tanıtıyorsunuz.
Evet tanıtıyorum. Bunun nedeni şu, hem Türkiye'yi seviyorum, hem mesleğimi seviyorum... Ben iyi bir fotoğrafçı olabilirim ama ‘Ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz?' diye sorduklarında cevabını bilmiyordum. Zamanla alıştım ve artık "Türkiye'yi tanıtan fotoğraflar çekiyorum" diyorum. Bu doğru. Bazen yurt dışına çıktığımda otobüslerde ya da tramvaylarda filan kendi çektiğim Türkiye fotoğraflarını görüyorum... Çok anlamlı geliyor bu da bana... Evet mesleğimi de çok seviyorum. ‘Ne zaman tatile gidiyorsun?' sorusuna ‘Her zaman tatildeyim' diyorum...
- Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 2011 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü Mart 2012'de aldınız. Orada Başbakan, "İnançları ne olursa olsun onlar vizörlerinden baktıklarında insanın özünü ve yüreğini görüyorlar" dedi. Sanatın dili, dini, ırkı olmaz öyle değil mi?
Hiç yok değil var ama bu dönemde bunu hissettirmeye çalıştıkları kesin. Hiçbir dönemde olmadığı kadar bu dönem kendini rahat hissediyor cemaat. Bu sadece göstermelik değil, gerçekte de öyle. Eskiden mülk sattığınız zaman maliye acaba mal mı kaçıracak diye gelirdi. Geçmişte, ‘Bunlar bizim kanımızı emiyorlar' gibi bir inanç vardı. Küçüklüğümde karikatürlerde bile görürdük. ‘İçimizde yılan besliyoruz' denirdi. Bu dönemde öyle şeyler yok.
- Kitapta kendinizi hiç "öteki" gibi hissetmediğinizi belirtiyorsunuz.
Şansım oldu. Bir kere Taksim'deydim. Bir burjuva ailesinde doğdum. Bize hissettirmediler. Öteki olduğunu okulda anlarsın. Okuldaki öğrencilerin de yarısı "öteki"ydi zaten. Ermeni, Rum, Musevi... Yüzde elli gayrimüslimdi. Asıl ötekileştirme askerlikte mi olur? Orada da öyle bir şey olmadı. Hayatta bana kimse ‘Pis Yahudi' demedi. Belki şanslıyım, belki muhitten... Bakanlıktan aldığım ödülün de çok samimi olduğuna inanıyor, çok da önemsiyorum. Bu ödül bana kendi cemaatimde bile büyük saygınlık kazandırdı. Ben ötekileştirilmedim ama asıl "öteki" beni ötekileştirendir zaten...
- Bu sevginizden dolayı her zaman bu topraklarda ölmeyi hayal ettim diyorsunuz..
Doğru. Biraz pahalı oldu Ulus'taki mezarlıklar (gülüyor) . Şaka bir yana başka bir yer hiç düşünmedim.