Canlı yayın, cansız yayın!
Bütün dünyayla birlikte biz de, “Paris katliamı ve sonrası”nı canlı izlerken…
Nijerya’da aynı esnada, kimine göre 50, kimine göre yüzlerce kişinin öldürülmesini, bir kentn yakılmasını cansız izledik.
O sırada, Irak’ta çoluk çocuk 30 kadar insanın daha bir gün içinde öldürülüşünü de.
Yine aynı saatlerde Afganistan’da 6 inşaat işçisinin öldürülüşünü; bir bombayla iki çocuğun öldürülüp 7’si ağır, 10’unun yaralanmasını da.
Ne isimleri bilindi, ne sıfatları.
Dünya böyle canlı ve cansız bir yer işte!
***
Ve “küresel felaket” dahilinde, Bağdat nasıl Washington’un uzantısı haline gelebiliyorsa…
Paris de Yemen’in, Suriye’nin bir kenti olabiliyor!
2003 müdahalesinden beri 1 milyon sivilin öldürüldüğü ve insanların her gün birbirini katlettiği, Irak’taki tüm çocukların yüzde 5’i olan 1 milyon çocuğun anasız babasız kaldığı bir cehennem öyle orada, uzakta, tecrit kalamıyor.
Çoğu sivil, 200 bin Suriyeli, Avrupa’ya 3-5 saatlik mesafede cansız düştü; o kadar uzak ve o kadar yakın işte.
***
Bu çıldırmış “cansız yayın” üzerine kafa-yürek yorulmadığı sürece, “canlı yayın”ın bize anlatacağı kısıtlı.
“Barbarlık düzeyi”ne şaşıran Batı’nın da, “İslamofobi, Müslümanlar böyle yapmaz” diyen Doğu’nun da.
Oysa “barbarlık” dünyanın kolektif mirası.
Her “barbar”, kendi eyleminin izahında “bir ötekinin barbarlığı”nı gerekçelendiriyor.
Barbarlığın ve onayının kitleselleşmesi ancak böyle mümkün.
Bir Cezayirliye yahut Cezayir kökenli Fransa vatandaşına, sadece “barbar ve katliamcı Kuvayşi biraderler”i anlatamazsınız; çünkü sömürge Cezayir’deki işkence ve katliamlara, Fransa’nın sağlı sollu, en ciddi medyasıyla bile yıllarca gizlediği “Paris Katliamı”na dair hafızası da var.
Hala haberler “İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Paris’in gördüğü en büyük şiddet-katliam” diyor; 1961’de Fransız polisi “radikal dinci değil, radikal bağımsızlık yanlısı” (çoğu Fransa vatandaşı) binlerce Cezayirliye ateş açıp 50 ila 200 ölünün çoğunu Seine nehrine atmamış gibi.
“Demokrasinin başarı süreci”, ancak 38 yıl sonra bir tarihçinin topladığı belgeler, açtığı dava, gazetecilerin üzerine gitmesi, 2001’de Sein kıyısına bir tabela dikilmesi, 2012’de Fransız ordusunun “Cezayir’deki ve Paris’teki katliamlarını” belgeleyip sergilemesiyle ortaya çıkıyor elbet.
Bizim coğrafyaların bir umutsuzluğu da işte orada bir gün mümkün olanın buralarda pek mümkün olmaması: Er ya da geç, hakikate kavuşabilmek!
***
Bu ortak “barbarlık tarihi” tarihi yokmuş gibi, sadece “filanca Hoca beynini yıkadı, terörist yaptı” bütün hikayeyi anlatmakta kısır bir şey.
Milyonlarca iyi eğitimli, inançlı Alman bir gün Nazi olabilmeye ikna edilmişse; milyonlarca ezilmiş, hırpalanmış Müslüman içinden “İslamo-faşistler”in çıkması, bunun kaynağını dinde bulması çok mümkün.
Önemli olan, hangi El-Kaide veya Işid şefinin nasıl ikna ettiğinden ziyade; ölmek ve öldürmek için ikna olmaya hazır bunca gencin varlığı, bunun gerekçesini inançlarında bulmaları; Avrupa doğumlular da dahil.
***
“İslamiyet bu değil” diyenlerin ise, misal bizimki gibi “Ilımlı İslam” ülkelerinin devlet ve Diyanet efendilerinin bu mevzularda sesi ne cansız çıkıyor!
Bunu Müslüman olmayanlara söylüyorlar bilhassa; Müslümanlara anlatabildikleri bir şey yok.
Kendi coğrafyasının milli-etnik-dini-mezhepsel kıyımlarıyla yüzleşmekte zorluk çeken, inkârcılığı “milli beraberlik ve bütünlük” zanneden; bu konularda, istisnalar hariç, “laik-milliyetçi-dindar mutabakatı” olan bir ülkede, bir Bülent Ortaçgil şarkısı adıyla, zaten Bu iş çok zor Yonca!
***
Hem ne diyeceğiz?
Bir ötekini “İslamiyet’e ihanet”le, menfaatçilik, kumpas, irtikapla suçlayan muhafazakârların hangisi esas İslamiyet’in ne olduğunu anlatacak?
S. Arabistan, Katar, Mursici veya darbeci Mısır, dünkü-bugünkü Libya, Boko Haram, Endonezya’da CIA operasyonunda bir gecede yüz binlerce insanı kesenler, Işid, Suriye rejimi, kimyasalcılar, Ürdün Kralı, Yemenliler mi anlatacak?
Milyonlarca dula, yetime, aşağılanmış, işkence görmüş, sevdikleri yok edilmiş, nefret-şiddet sarmalında bir ötekinin vahşetine maruz kalmış, topraklarını terk etmiş, evini kaybetmiş milyonlarca Müslüman’a kim anlatacak, “Gerçek İslam’ın bu olmadığı”nı?
Diyanet yahut siyasiler, sivil toplum örgütleri mesela, neden tavsiye etmiyor, önayak olmuyor, Fransa’daki Almanya’daki Müslüman örgütleri gibi; “Gerçek İslam’ın bu olmadığını” haykıracak mitinglere?
Başkalarının hayatına, fikirlerine baskı, dayatma, müdahaleyi ve cezayı hak görenler ne anlıyor ki ne anlatacak?
Not: Davutoğlu’nun Paris’te yürüyüşe katılma kararı, eğer değişmezse, iyi bir adım. Artık bir sonraki adım ne olur, nereden bilebilirim!