Şoktan elektroşoka!
Elektriksiz kaldığında dahi elektriksiz kalmayan güzel ülkem.
Gerilim hatları durduğunda dahi gerilimsiz kalmayan cennet.
Ülkenin can damarları “enerjisiz” iken, yargı nasıl da hareketliydi:
“Darbeci” diye mahkum olmuş olanlar beraat etti…
Devasa Adliye’de “vurulmuş bir çocuk” davasına bakan savcı rehin alındı.
Bir çocuğun vurulmasındaki hukuksuz hayat, “Başkalarının başına bir şey gelmesin” diyen bir babaya rağmen, öyle ana babalara rağmen, “rehine eylemi”yle, bir insanın hayatını namlu ucuna koyan Adliye’de ölüme sürükleyen şiddetle sürdü:
“2 terörist ölü, Savcı ağır yaralı…” Ve son haber: “Savcı hayatını kaybetti”
Pazarlıklar, operasyon ve ortada sorular:
“Silahlı birileri” sürekli kapı kontrolü olan Adliye’ye nasıl girebildi?
Böyle bir eylemin olmayan istihbaratından, olmayan güvenliğe kadar tüm zaaflar nasıl mümkün oldu?
Operasyon, Savcı’nın vurulması üzerine mi yapıldı, Savcı operasyon sırasında mı vuruldu?
Bir de şu:
Berkin Elvan’ın koma süresi dahil, onca zaman yargıda sorumluları bulmak için hiç adım atılmamışken, anlaşılıyor ki Savcı Kiraz, atandığı kısa sürede ilk adımları atan kişi olmuştu. Öyleyse nedir bu zamanlama? Nihayet sorumluları bulmak için atılan adımları da, ülkedeki demokratik muhalefet imkanlarını da vuran; “İç Güvenlik Paketi”ni onaylayan ve üç cana mal olan bu zamanlama nedir?
2015 yılının “31 Mart vakaları” da böyle!
Kasvetten kasvete, acıdan acıya, tedirginlikten tedirginliğe, ölümden ölüme, “şoktan elektroşoka” bir yolculuk.
Bir günde bile ne çok şok!
Hakikat ise hep karanlıkta!
LAKİN İÇ HUZURU KOLAY DEĞİL!
Edirne’den Ardahan’a, Vize’den Rize’ye elektriğini kaybetmeyi başaran bir ülkede bile inanın “karanlık” nispidir.
Biz hayattakiler nihayetinde “aydınlık”ı bekleriz…
Aramızdan her an düşenler ise “karanlık”ı karanlıkta bekler ebediyen!
***
İstatistikler bir türlü aralarında anlaşamıyor:
Şu ölüleri kim kendi hanesine yazacak?
İşi ve bilgisi olmadığı halde, kablo döşemesi için zorla tavana çıkartılan bir asker düşüp öldüğünde, “şehit” diyorlar; esasında bir de “iş cinayeti” çünkü.
Araç sürücüsüyle birlikte “12 ölü mevsimlik işçi” olarak yan yana asfalta dizilmiş Hasekeli “Suriyeliler”; haberler “trafik kazası” diyor ama bildiğin “iş katliamı”.
“Çalışmaya” gidiyorlar; tıkıştırıldıkları minibüsle çarptıkları da, iş cinayetlerini simgelesin diye adeta, inşaatların göz bebeği bir “beton mikseri”.
Haseke Nevroz’da bir bombalı saldırıyla çok sayıda insanın katledildiği yer ya…
Oradan gelip sınırı geçiyorsun, sınırlar bitmiyor işte!
***
“Haberler” Konya veya Afyon’da ya da Ankara’da “şeker pancarı toplayacaklardı” diyor.
Olabilir.
Belki limon, elma veya mango toplayacaklardı!
Toplayabilseler, üç kuruş yevmiye haber olacak değildi ya…
Toplu halde yere düştüklerinde bir haber oluyor, o da geçip gidiyor işte.
“Trafik kazaları” zaten malum da…
Toplarken, toplamaya giderken, inşaat iskelesindeyken, madende kazma sallarken, gökdelen asansöründeyken yılda 1800 ölü veriyor artık “işçi sınıfı”.
Daha önce 1200 diye yuvarlanıyordu, hayatları da sıfır sayılan insanlar; şimdi en az 1800.
“Ölü işçi sınıfı” da işçi sınıfı gibi “enternasyonal” artık; Çinli, Suriyeli, Romen aynı cinayet ve katliamlara yazılıyorlar.
Köprüde çatlak oldu diye intihar eden Japon mühendisi de bu sayıya eklemeli; tüm onuruyla!
***
Son katliamda ölen “Suriyeler”in 8’i 18’inden küçükmüş; dördü minik kızlar.
İkbal hangisi, Emel hangisi, Hatun hangisi, bilemiyorum.
Hatun’u görünce Hatun geliverdi aklıma yine.
Yine Şanlıurfa, yine kanlıurfa günlerinden biri.
Sene 2007.
Esasen “devlete, millete ait” olan Ceylanpınar Çiftliğinde “taşeron”a köle emeğiyle birlikte devredilen süt sağma işinde çalıştırılan kadınlar, hamileler, küçük kızlar.
44’ü bir kamyon kasasında.
Devletin yaptırdığı yol çökünce Çırpı Deresi’ne yuvarlanmışlardı.
12 yaşında sütkızlar ile bebeğine süt vereceği günleri sayan hamile kadınlar Çırpı Deresi’ne gömüldü.
Kamyon kasasına tutunan kurtulabildi; dereye kapılan on kadarı günlük 3-5 TL yevmiyenin peşinde yok oldu.
O günlerde Çırpı Deresi’nin öte yanında, minik sütkızların cesetlerini aramada Suriye ekipleri de çalışmıştı.
Şimdi öyle bir yer yok.
İş için bu tarafa geçip ölen “Suriyeli Hatun”u bu tarafta iş için ölüp cesedi öteki tarafta aranmış “Türkiyeli Hatun”un yanına gömüyoruz!
Az ötede birkaç ay önce yine aynı topraklardan yola çıkıp Isparta’da bir minibüsten yola cansız düşmüş 15 kadar kadın işçi yatıyor…
Az ileride çeyiz parası için yola çıkmış genç karı kocalar, Eskişehir’e giderken 9 “mevsimlik ölü!”
Yine Ankara yolunda, Beypazarı’nda düşen Mardin’den “yüklenmiş” 11 tarım işçisi; 20-25 TL yevmiyeyle havuç toplayacaklardı; belki de limon, elma, mango!
***
Ceylanpınar’da minik sütkızların boğulduğu günler işte…
Turgay 8, Veysel 7, Muharrem ile Ali 6, Serengül ile Berivan da 5 yaşındaydı.
Berivan şimdi ne yapıyor, bilmiyorum; sağ mı, mevsimlik tarım işçisi mi, 13’ündedir artık; 12-13 yaşlarında çocukların maruz kaldığı neler üstüne üstüne yürüdü, bilmiyorum.
6 yaşındaki abisi Ali o gün hastanede vermişti son nefesini; diğer dört çocuk “olay yerinde” öldükten sonra.
Atılmış marul yapraklarını topluyorlardı sokakta. Bir otomobil geldi hepsinin üzerine!
***
Bu memlekette insanlara anlatacağınız şey, kudretli hanımların beylerin ne yiyip yemediği, saraylarda nasıl da tasarruf yaptığından ziyade…
Suriyeli, Urfalı Hatunlar’ı büyük bir iştah ve arsızlıkla, pişkinlik ve yüzsüzlükle yutan bu çarklardır esasında.
Yediğin lokmanın, içtiğin çayın, yaktığın kömürün, filona kattığın geminin, dolandığın AVM’nin, rantına kat kattığın plazanın içinde “ölü işçi sınıfının ruhu”, minik sütkızların, Türkiyeli-Suriyeli Hatunlar’ın, çöpten bir marul yaprağına canlarını veren 5-6 yaşında çocukların hatırası da gizlidir.
Afiyet olsun elbet…
Tamam, helal de olsun herkese, elbet helalse…
Lakin iç huzuru öyle kolay değil işte!