Kendindeki insan ve isyanı da imha edenler!
Bir elinde 12 Eylül bir elinde 28 Şubat…
Umurunda mı dünya!
***
Yani bir şey, ki bir insan da olabilir, bir hareket de, bir partide de…
Karşısında “konuşlandığı”nı söylediği vaziyetlere hiç bu kadar benzer mi?
Evren Anayasası…
İpine sarılınmış Evren barajı…
Evren’in RTÜK’ü, YÖK’ü, otu oku…
Evrenvari başkanlık arzusu.
Evrenvari bir üslupla herkese giydirme, saydırma.
Evrenvari bir “milletin başkan babalığı.”
Sonra daha yakın tarihten ilham kaynağı:
28 Şubat MGK’sı…
28 Şubat kara listeleri…
28 Şubat ayrımcılıkları, kayırmaları ve ayırmaları…
28 Şubatvari kumandalı yargı, diz çökmüş üniversite…
28 Şubatvari itibarsızlaştırma ve temizlik operasyonları…
28 Şubat bantları gibi kaset imaları…
28 Şubat (ve 12 Eylül) gibi sindirme girişimleri…
28 Şubat’takiler gibi, belki artık daha da süfli bir tek tip medya.
***
(“Mağrurken mağdur” olan Cemaat de ayrıca düşünmeli tabii!) Bunu en çok AKP’liler düşünmeli:
Biz onların yaptıklarından mı hoşnut değildik yoksa yapılanları onların yapmasından mı, diye.
Çünkü bu olan bitenler ne demokratikleşme, ne demokratik olgunluk, ne sivilleşme, ne vesayetin kalkışı vs.
“Sivilleşme”ye takılırsın sen hemen gülüm; öyle ya iktidarda ve iktidar üzerinde askerler yok, diye.
Militarizm bir üniformadan ziyade bir zihniyettir oysa.
İster apoletli olsun ister sivilleri çeksin, ister lacilerle, grilerle, kahverengilerle kurulsun!
***
Bi daha dinle, bak, sanki 35 yıl öncesinden Evren güfteleri kulağında patlıyor gibi oluyor bazen:
Siz kimsiniz!
Sizden mi izin alacağız!
Haddini bil!
Sen kimsin ya!
Bunları bu ülkede dışlanan, aşağılanan, ötelenen, ayrımcılığa, baskıya maruz bırakılanlara hep söylemedi mi efendiler?
Size denmemiş miydi hiç?
Bu mudur değişim yani?
“O makam bu tür bir arabaya fazlasıyla layık” mıdır din ve devlet işlerinin özeti?
***
12 Eylül ve 28 Şubat bu toplumda devlet hücreleridir.
Sadece darbe ve askeri ameliye değil; iktidar mekanizmalarıdır.
12 Eylül’den ANAP’a oradan SHP eskortunda DYP’ye miras kalmış Susurluklar gibi.
12 Eylül’ün arkasındaki devlet-millet formatı, gücü yakalayanın elinde muazzam bir araca dönüşebiliyor.
Hazin olan, bir dönemi muhalif-demokrat olarak geçirirken neredeyse samimi gibi olmuş kimilerinin bile “otoriter-dayatmacı-buyrukçu” düzene çabucak uyum sağlamaları.
Karşı çıktıkları otoriterlik, meğer sadece belli otoritelermiş.
Karşı çıktıkları buyruk-kuyruk medyası demek sadece ötekilerinkiymiş.
Karşı çıktıkları o 28 Şubat”mış mesela; mart, nisan, mayıs değilmiş.
O yüzden, durum değişince, kendilerindeki umudu, değişimi ve muhalifi bile acele acele imha ettiler.
Bu yanık kokusu…
Bu çöplük dumanı biraz da ondan!
KAYBOLUŞUMUZ...
Kucaklarına senin de çocukluğunu, o küçük denen esas büyük parçanı alıp gidiyorlar.
O zaman eksilmekle kalmıyor, parça parça yok oluyorsun aslında.
Kısa sürede önce Betül Yengem, ardından Nazan Teyzem aramızdan ayrıldı.
Benden gençleri değil de, işte çocukluğun o büyüklerini gözümün önünden geçirdiğimde, öyle çoklardı ve öyle yoklar ki artık.
Tabii ki genç ölümler hep en acısı olmuştur.
Zamansız deriz, sırasız deriz; bazen daha da ötesidir zaten.
Fakat “yaşlı” denen “büyükler”in kaybında sanırım artık o yaşlara yaklaşmış biz gibilerde farklı bir şey de oluyor:
Hayatının tanıklarını, esasen kişiliğinin ve bedeninin şekillendiği o bebeklik-çocukluk yıllarına dair hiç bilmediğin, hatırlamadığın, hafızanda pek bulunmayan, yazmadığın-tamamını okuyamadığın öykülerle dolu koskoca kitaplığını kaybediyorsun.
Bugünün gümbürtüsü içinde raflarda tozlanmış ama esasen seni sen yapan ne varsa hepsinin yazılı olduğu kitaplar bir bir düşüyor.
Sayfalar kopuyor.
Yazılar siliniyor.
Kelimeler uçuyor.
Harfler öyle dağılmış oluyor ki…
Sen şu yaşında kendini bile okuyamıyorsun.
İnsanın kendisinin de ölümle muhabbeti böyle bir şey:
Bir gencin katledilmesinde yahut kaybında ölüme isyan eden yüreğin, senin geçmişinle sarmaş dolaş “büyükler”in gidişinde, tevekkülle sakinleşiyor, onlarla helalleşirken ölümle de barışıyor.
Hepsi huzur içinde uyusunlar.