Geliyorum diyen bomba!
Başkalarını sürekli “barış düşmanı” olmakla suçlayan iktidar, “barışı düşman” görmeye başlamıştı.
“Dağdan inip düz ovada siyaset yapsınlar” diyenler, düz ovadaki siyaseti “terör”le eş tuttu.
Baraj uğruna bir karış barış da bir kaşık suda boğulacak bir şey haline geldiydi.
Diyarbakır’daki Kanlı Cuma, her kimin eseriyse, çok daha fazlasını beklemiş olmalılar.
Daha fazla ölü, daha fazla panik, daha fazla infial, daha fazla öfke, daha fazla yangın, bir “mikro- iç savaş!”
Tarihe, 40 bin can almış bir “savaş”ı bitirip kardeşliğe nefes vermiş bir iktidar ve siyasetçiler olarak geçmek vardı oysa.
Bu “parça tesirliler”in esasında “barış, özgür siyaset yanlısı” bir iktidara karşı olduğu da söylenebilirdi o zaman.
Ama günlerdir, “12 Eylül’ün barajını geçerler” tedirginliğiyle “çözüm süreci”ndeki muhatabına saldıran bir iktidar var.
Sadece iktidar partisi ve hükümet değil; Cumhurbaşkanı ve devletin tüm imkânları ve gücü de.
Zaten öyle bir refleks ki, miting alanında bomba patlamış, halk paniklemiş haliyle; yaralılar ve ölüler var…
“Güvenlik güçleri” su ve gaz boca ediyor!
Bu ülke ve kuşak kuşak insanlar hep acıların içinden süzülerek olgunlaşma sınavlarına tabi oluyor.
Tabii kalanlardan söz ediyorum! Çünkü çoğu genç on binlerce kayıpla devriliyor zaman.
Yine öyle bir vakit.
Düşmanlık, nefret ve şiddet çocuklara gururla bırakılacak bir miras değil.
Sınırsız kudrete karşı da, sonsuz nefret ve şiddete karşı da, akıl ve vicdanın tek çaresi barışa sarılmak.
Bir karış, bir karış daha!
***
Seçim öncesi böyle bir şeyin mutlaka olabileceğini bilecek kadar acı ve provokasyon tecrübesi var ya bu ülkenin; bu kadar olur!
Kanlı Pazar’lardan, Sivas, Bingöl, Başbağlar, Çorum, Maraşlar’dan, 1 Mayıs 77’den yüklenilmiş devasa bir tecrübe!
TERAZİNİN BİR KEFESİ KÜFE, BİR KEFESİ KEFEN!
Aşağıdaki yazı Diyarbakır patlamalarından önce yazılmıştı.
Bir tarafta küfeciler var ülkede; bir tarafta, vallahi kime oy verirse versinler, kendileri bilse de bilmese de kefeniyle gezen insanlar.
Tırlı cephanelere titizlenenlerin devletinde, ne bir cephanelikte paramparça 25 askerin, ne bir mitingde katledilenlerin ve onlarca yaralının bir kıymeti var!
Böyle işte!
***
Bir düzenin adaleti alttakilere reva gördüğünden belli olur.
Sadece haksızlıklardan değil, hakkını arayanların üstüne üstüne yürüyüşünden de belli olur.
Terazinin bir kefesi kimilerine küfe olurken…
Diğer kefenin kimilerine de bu kadar kolay kefen oluşundan belli olur.
***
“Nikah öncesi imam nikahı”nın, tabiri caizse Anayasal bir erkek imtiyazı haline geldiği ülkede, kendilerini zaten imtiyazlı gören erkekler sadece mayısta 22 kadını katletti.
Kadınların yarısı boşanmak yahut ayrılmak istiyormuş!
Öyle ya, “kadın-erkek ilişkisi” bir mafya bağıdır; susmazsan, boyun eğmezsen, biat etmezsen, ayrılmak istersen, ezerler ve hatta temizlerler!
Bunun esasında memleket erkeklerinin hepsini “terbiye” eden askerlik ve militarizme de…
Biat-itaat etmeyenleri ezen devlet ve siyaset sistemine de…
Boyun eğmektense itiraz edenleri tehdit eden, işsiz bırakan, hele örgütlenmeden yoksunsa iyice böcek sayan “sermaye çarkı”na ne kadar benzediğinin bilmem farkında mıyız!
***
Yılda artık 1500’den fazla işçinin öldüğü, öldürüldüğü ülkede, aynı ay en az 161 işçi de işyerlerinde veya işe ilişkin vakalarda can verdi, kan verdi bu düzene.
Ayrımcılık olmasın; onların çoğu erkek.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’ne göre, 12’si kadın; 7’si çocuk işçi.
Şöyle de olabiliyor:
Mevsimlik tarım işçisi Emine Arucak, Şanlıurfa’dan Anlı Ankara’ya ucuz işgücü olarak taşınırken, devrilen minibüste can verdi.
Yanında 2 yaşında oğlu, karnında da bebeği vardı.
Bilmiyorum istatistikler bir işçi canında üç ölümü kaç sayıyor!
14 yaşındaki çoban Salih kayalıklardan düşerek, 7 yaşındaki tarım işçisi Songül patates dikimine giderken araç çarpmasıyla, 17 yaşındaki tarım işçisi Ali kanala düşmek suretiyle…
***
Fakat mesele sadece ölünce ortaya çıkmıyor ki.
Mücadele edince de ensende o çarklar.
Bursa’da “direnen” fabrika işçilerine, esasında onları kafadan suçlayan “terör soruşturması”; Soma’da yürüyen işçilere, hem de 3 ay sonraki bir iş kazasıyla bağlantı kurarak kamu davası.
Yere indirilmiş Somalı madenciye, ki şimdi kara listede bir işsizdir, vurulan devlet tekmesini zaten unutmak mümkün değil.
Hatırlayın diye yazıyorum; Ankara’da, yaralandığı ayağı platinli olduğu için esas duruşta iyi duramayan Gazi uzman jandarmaya, “ne biçim duruyorsun” diye vurulmuş paşa tekmeleri gibi.
Her gün herkesin azarlandığı, “tarafsız başkanlar”ın öteki herkesi düşmanlaştırdığı, böcek gibi görmek istediği bir düzen; alttakilere, kadınlara, işçilere, kadın işçilere, çocuk işçilere, işsizlere ve askerlere de böyle çullanıyor işte.
***
Şu sıra, öyle bir işçi çok özel bir davada hak arıyor esasında.
Saray inşaatında düşüp ölen ve öldüğü bile uzun süre gizlenen işçiden sonra…
Burada daha önce birkaç kez yazdığım bir vakada, “Saray’da iş kazası”nda iskeleden düşen bir başka işçi, onca baskı veya vaade rağmen hakkını arıyor.
Mahkeme o davayı kabul etti.
İşçinin “tedbirsizlik” yüzünden çalışamayacak kadar ağır yaralandığını kabul etti.
Kiralık bir gecekonduda, iki evladının rızkı için büyüklere Saray yaparken, çöplüğe atılmak istenen bir insan hakkını arıyor işte.
Sanıklar taşeron, taşeronun taşeronu vesaire.
Ama bir düzeni iyi tanıdın mı, bunca acının müsebbibi taşeronlardan ibaret olmuyor!
Piramidi tam görmek için, başını öne eğmek değil, başını yukarı kaldırmak lazım Kâzım!